Hiçbir yere ait değilim. Tarihin ya da insan hayatının çeşitli dönemlerinde fırtınalar gibi ortaya çıkan ve insanı derinden etkileyen her yaşanmışlığın sessizliği farklıdır. Her olay ya da durum farklı tınılarda sessizlikler yaratır. Üzüntü, acı, keder, sevinç, göz yaşı, kırılma, gitme, mutluluk, sürgün, göç, yorulma, çığlık olarak adlandırılan yaşanmışlıkların her birinin ayrı bir sessizliği vardır.
Tarihin çeşitli evrelerinde başlayıp, günümüzde de bitmeyen bir şekilde, insanlar iradeleri dışında ve genellikle güçlüler tarafından alınan kararlar neticesinde yerlerinden olmuşlar ve zorunlu göçlere tabi tutulmuşlardır. Bu türden yerinden edilmeler ve zorunlu göçler, çoğunlukla savaşlar sırasında ve sonrasında daha yoğun gözlenen bir durumdur. Mübadele, zorunlu göç, tehcir, tertele, soykırım gibi adlarla bilinen bu yaşanmışlıklar, tarihin tozlu sayfalarında acı ve göz yaşı ürünü utanç tabloları olarak kayıtlıdır.
Evvel ahir diye anlatılan zamanlarda heybeler ve hurçlarla, şimdiki zamanlarda sırt çantaları ve valizlerle hayat taşımaya çalışanların görmezden geldikleri, görmek istemedikleri ve de yüzleşmeye cesaret edemedikleri gerçekler vardır. Bu gerçeklerin en önemli ve bilinmesi gerekeni, taşınılan bu yerlerde tarihi kayıtlarla sabit binlerce yıllık hayatların ve insani değerlerin var olduğudur. Aslında binlerce yıllık geçmiş insani yaşanmışlıkların ve değerlerin bilinmesini, görülmesini, fark edilmesini istemeyen, yeni bir hayat tesis etme anlayışıyla yola çıkan mevcut yönetim ve otoriter anlayıştır.
Binlerce yıllık insani değerleri görmezden gelmenin temel nedenlerinden bir başkası ve en önemlisi belki de, bilinçaltının güven ihtiyacıdır. Başkaca coğrafyalara iradesi dışında taşınan insanların, taşınılan coğrafyada güvenli yaşamasının kuralı, genel geçer anlayışı belirleyen muktedirin ya da otoritenin kabulüne uygun davranmak ve otoritenin kılavuzladığı anlayışı benimsemektir. Yeni gelinen yerin, kabulüne şayan olmak ve oranın “beyaz insanı” olma arzusudur. Coğrafyanın “beyaz insanı” olma arzusunun hayat bulması ise, mevcut yapının “ötekileriyle” ilgili söylemlerine sarılmaktır.
Hayat hikayelerinin ya da hayat hikayelerimizin birbirleriyle buluştuğu gizli kurnalar vardır. Bu kurnalara yolculuğa başladığımızda hüzün, gurur, gözyaşı, sevinç, yer yer öfke, kızgınlık, yorgunluklar, ah keşkeler, hayıflanmalarla dolu çağrışımlarla baş başa kalırız. Olumsuzluk olarak hafızada kayıtlı olanların çoğu da bireyin kendisi dışındaki belirleyenler olan, aile, sosyal çevre, gelenekler, eğitim sistemini düzenleyen devletin vatandaş yetiştirme anlayışı gibi nedenlerden dolayı yaşananlardır.
Kendi iradesi dışındaki belirleyenlerin kararlarıyla hayata gözlerini açan insan oğlu, geleneksel aile ve içinde bulunulan sosyal çevrenin belirlediği çocuk yetiştirme anlayışının katı kurallarıyla başlayan bir hayata hazırlık sürecinin içinden geçer. Okul hayatıyla merkezi devlet tarafından sistematize edilmiş, kuralları belirlenmiş, sistemli faaliyetler olan örgün eğitimin belirlediği yaşantılara mecbur edilir.
Okul hayatıyla, yani ilk çocukluk döneminden itibaren değişmeyen ve gerçek olarak dayatılan ideoloji, yeni olarak sunulanın kabulünü sağlayacak argümanlardır. Bu argümanlar kutsallarla, dokunulmazlarla desteklenen, duygulara hitap eden, genellikle ve çoğunlukla eski olanı yok sayan, eskinin bilinmesini engellemek üzere kurgulanan çarpıtılmış bilgi demetleridir. Bu bilgilere vakıf olmak, kabul görmenin de anahtarıdır aynı zamanda.
Geçmiş yaşantıların bilinmesini engellenmenin en kolay yolu, “ötekileştirmektir.” Ötekiler her zaman, iç ve dış mihrakların kışkırtmalarına açık, dış güçlerle iş birliği yapmaya hazır, hainlikleriyle bilinmesi gereken unsurlardır. Bu özellikleriyle hafızada yer edecek şekilde toplumsal-sosyal hayat kurgulanır ve eğitim sistemi aracılığıyla bu durum dayatılır. Bu anlayış otoritenin temsilcileri ve kanaat önderi diye lanse edilen şahıslar tarafından yeni ve gerekli bilgi demetleri şeklinde sürekli şekilde ve tek taraflı olarak tekrar edilir. Sistemin devamlılığını sağlayan kurumların politikaları ve uygulamalarıyla milli birlik ve bütünlüğün ve de güven içinde yaşamanın olmazsa, olmazı olarak hayat bulurlar.
Temel amaç, toplumu oluşturan ve farklı farklı aidiyetleri olan bireyleri, tek taraflı biçimlendirmek ve “tek” olana uygun formda “vatandaşlar” yetiştirmektir. Tek tip insan yetiştirme anlayışı, özellikle ulus devletlerin ortaya çıkmasıyla daha bir alenileşmiş, adeta devletin varlık yokluk nedeni olarak görülmüştür. Fransız İhtilaliyle ortaya çıkan ve ilerlemenin temel nedeni olarak sunulan ulus devlet bir bakıma merkezi yönetim anlayışını da dayatmıştır. Tek tip insan yetiştirme konusunda oldukça mahir olan merkezi devletlerin bu anlayışının ürünü uygulamalar, gezegeni savaşlar, soy kırımlar, çıkar uğruna başkalarının haklarını gasp, güçlülerin dayattıkları zorbalıklarla yaşamaya mahkûm etmiştir.
Farklılıkların üzerine bina edilen hayatların daha bir yaşanılabilir olduğu gerçeğinden hareketle ve evrensel hukuk kurallarına göre belirlenecek eşit yurttaşlığı esas alan yönetsel yapının hayat bulmasıyla, “ötekiler” olmadan da yaşanabilir. Bu anlayışın kabulüyle, tarihin karanlık sayfaları olarak kayıtlı acılar bir nebze de olsa azaltılabilir, kırgınlıklar ortadan kaldırılabilir.
Barış içinde bir arada yaşamak, herkesin mutluluğunun teminatıdır. Barışın kaybedeni olmaz.