reklam
ALTIN
 3.714,14
DOLAR
 38,0208
STERLİN
50,0889
EURO
 42,0049
reklam

“Balkanlar” deyince uzak tarihin “93 Harbi”ni, daha sonra Balkan hezimetlerini ve acılarla dolu “mübadele”yıllarını, yakın tarihin ise Bosna katliamını kim hatırlamaz ve hüzünle, hatta gözyaşı dökerek yad etmez ki… Yaklaşık 150 yıl önceki her biri ayrı bir dram olan göçlerin yüreğimizdeki sızısı henüz dinmeden, nasıl bir hırs ve kin ki, 1990’ların başında bu acıların üstüne tuz biber ektiler. İnsanlık tarihinin sayfalarına yeni bir soykırım, yeni bir katliam, yeni bir zulüm eklediler.
Ağaç bile yerinden sökülüp başka bir iklimin hüküm sürdüğü gurbet ellere dikildiğinde yerini yadırgamaz mı?
Peki ya bu canlı, insansa? Vatanından, toprağından, evinden, anılarından ve çocukluğundan koparılıp başka diyarlara sürgün edilirse hiç ağlamaz ve içi sızlamaz mı? Bize; bitmeyen, sonsuza kadar süren hüzünlü hikayeleri yazdıran, döne döne okutan, yaşatmak zorunda bırakan çağın ruhuna tüküreyim!
2013 sonbaharında Bosna Hersek gezim sırasında, Sırpların bölgesinde, insanlık tarihinin halen hafızalardan silinmeyen en alçak ve şerefsiz katliamını yapan katillerin yüzüne tükürmüştüm. Ellerine fırsat geçse aynı katliamı bir kere daha yapmaktan çekinmeyecek insan kılıklı mahlukların suratına…
Balkanlar, bizim kırmızıya boyanmış yaralı coğrafyamızın en koyu bölgesidir. En çok o yanımız ağlar bizim. Sancısı derindir. Tıpkı Kafkaslar gibi… Biz, acılarla örülmüş talihsiz bir coğrafyanın çocuklarıyız. Kafkaslar ve Balkanlar’dan esen rüzgar hep serttir, bize hep ağıt yüklü kara bulutlar getirir. İbn-i Haldun yüzyıllar öncesinden boşuna dememiş; “Coğrafya kaderdir” diye…
Kahramanımızın hikayesini ta 1877 yılından başlatmalıyız, ki iyi anlaşılabilsin.
“93 Harbi”… Bir rakam bir kelimeden oluşan bu iki kelimelik cümlede, bilir misiniz ne acılar ve dramlar yüklüdür. Diller “93 Harbi” der geçer, tarih kitapları iki sayfayla anlatır bitirir… Ama bilir misiniz ki 150 yıldır hiç dinmeyen hıçkırıklar, hatırlandıkça dökülen gözyaşları saklar içinde…
Rumi 1293 yılında cereyan ettiği için bu adla anılan Osman Rus savaşı miladi 1877-1878 yıllarında yaşandı. Hem Doğu’da (Kafkaslar’da), hem de Batı’da (Balkanlar’da) yaklaşık 1 yıl süren ve Ayastefanos Anlaşması ile sona eren savaşın mağlubu olduk. İşte o zaman başladı sancısı hiç dinmeyen göçler…
Doksanüç Harbi, kuvvetlerin geniş bir alana yayılması, kumandanlar arasındaki irtibatsızlık, harekâtın İstanbul’dan idaresi, malzeme ve mühimmat noksanlığı, Karadeniz’deki donanmanın hiçbir varlık gösteremeyişi gibi sebepler yüzünden Osmanlı ordularının yenilgisiyle sonuçlanmış ve Osmanlı Devleti’ni siyasî, askerî, sosyal ve iktisadî bakımdan büyük ölçüde etkilemiştir. Zira bu savaşın sonunda özellikle Bulgaristan’daki ve Kırım dahil olmak üzere Kafkaslardaki müslüman Türk ahali gerek katledilmek gerekse göçe zorlanmak suretiyle, yüzyıllarca vatan olarak yaşadıkları topraklarından uzaklaştırılmışlardır. Ruslar ve Bulgarlar tarafından ortaklaşa uygulanmaya konulan ve tam bir müslüman Türk imhası olan bu hareket yüzünden İstanbul’daki muhacirlerin sayısı yüz binlerle ifade edilir olmuştur. Her türlü imkânsızlığa rağmen hayatta kalmaya çalışan bu muhacirler, Anadolu’nun çeşitli yerlerinde kurulup Sultan II. Abdülhamid’e izâfeten Hamidiye olarak adlandırılan köylere yerleştirilmişlerdir.
İşte iki günlük Edirne gezimize eşlik eden değerli ağabeyim, sevgili dostum Zeki Baba’nın yanında “93 Harbi” dediğinizde gözlerinden yaşlar dökülür. Bir yanı Kafkas (Tatar) bir yanı Balkan (Muhacir) olan Zeki Baba iki defa yıkılır, iki defa hüzünlenir. İki kat daha göz yaşı döker. Zeki Baba’nın mazisi iki kıtası da yanık tüten bir türkü gibidir. Nice ağıtların döküldüğü, nice dramların yaşandığı iki ayrı kolun birleştiği noktadadır Zeki Baba… Kimbilir belki de bu yüzden yufka yüreklidir, belki de bu yüzden nerde bir tekme yiyen kedi ya da köpek bile görse gözleri yaşarır. Nerede yanan bir ağaç görse canı yanmış gibi olur. Bilemeyiz… Onun yüreğinin neden pamuk kadar yumuşak, kucağının bir anne kadar şefkatli, ellerinin güvenilir olduğunu…


Bu seferki gezi yazımızda sizlere Zeki Kardaş’ı, nam-ı diğer Gönenli Zeki Baba’yı anlatmaya niyetlendim… Daha doğrusu Zeki Baba’nın ciltlere sığmaz hususiyetlerinden, merhamete hasret kalmış günümüz toplumuna şifa niyetine birkaç satır damlatmaya çalışacağım.
Hikayemiz boyunca hep “Zeki Baba” diye bahsedeceğiz. İsminin sonuna konulan “baba” sıfatı, Zeki Baba’nın şefkat ve merhamet sahibi, yardımsever, dava ve gönül adamı olduğunu vurgulamak amacıyla kullanılmıştır.
Serhat şehri Edirne’ye seyahatimizin planları ta 1 yıl öncesinde yapıldı. Gönen’li Zeki Baba, Edirne gezime kendisinin de eşlik etmek istediğini söylediğinde bunun pek muhtemel olmadığını düşünüyordum. Çünkü Zeki Baba yoğun iş temposundan kafasını bile kaşıyacak vakit bulamıyor. Hatta bir keresinde kafasını kaşımaya kalkmış da işyerinde ciddi sorunlar çıkmıştı! 
Nihayet gezi zamanımız geldi. “Hazırlan Alişan kardeş Edirne’ye gidiyoruz” dediğinde sevinçten çocuklar gibi havalara uçtum.
İstikamet: Edirne’nin Uzunköprü İlçesi’nin Balaban Köyü…
Neden bu köy?
İşte bu köyde başlıyor Zeki Baba’nın hazin öyküsü, tıpkı benzer 100 binlerce ailenin hikayesi gibi… Zeki Baba’nın hikayesi aynı zamanda 93 Harbi’ndeki mağlubiyetimizin de hikayesidir. Bir devrin sona erdiği yeni bir devrin başladığı, hep gözyaşları ile hatırlanacak ve anlatılacak “93 Harbi”nin hikayesi… Karanlık, göz gözün görmediği, toz duman içinde bir rüzgar gibi fakat geride derin yaralar bırakarak geçen bir göçün tarihi…
Zeki Baba’nın üç kuşak önceki ataları da 93 Harbi sonunda yenilmiş Osmanlı’nın tebaları olarak katliamdan kurtulmak amacıyla artık bizim olmaktan çıkmış bugünkü Bulgaristan’ın Osmanpazar köyünden göçüp gelmiş… Savaşlar, yenilgiler, göçler, sürgünler, katliamlar ve acılarla dolu bir tarih dilimi… 100 binlerce insan gibi Zeki Baba’nın kaderi de işte bu göçlerle ve katliamların acı sonuçlarında belirleniyor.
Mağlup milletin çocukları artık ana yurtlarından kopmak zorunda kalıyor. Zeki Baba’nın dedesinin babası çocukları ile birlikte yanına alabildiği kadar eşya ile Anadolu’nun yolunu tutuyor.
Bir yıkıntı, binlerce insanın hayata yeniden başlangıcı oluyor. Sanki 600 yıllık imparatorluk Balkan ve Kafkas neslinin üzerine çökmüş gibi…
Sonra mı?
Sonrası malum… Bildiğiniz o yürek acıtan hüzünlü göçler…
Ve müslüman Türk milletinin kıyamete kadar İslam toprağı kalacak olan Anadolu toprağına ayak basıyor Zeki Baba’nın ataları… Bitkin, aç susuz, peşiran bir halde, sınırı geçer geçmez ilk yere yığılıp kaldılar. Zeki Baba’nın atalarının yeni vatanı Balaban Köyü olmuştur.
Artık yeni bir hayat, yeni bir vatan, yeni bir yaşam bekliyor Zeki Baba’nın dedelerini… İşte Zeki Baba’nın babası Ali Rıza da burada, Edirne’nin İpsala ilçesine bağlı Balaban köyünde dünyaya geliyor. (Balaban Köyü sonradan Uzunköprü İlçesi’ne bağlandı)
Fakat nedendir bilinmez Zeki Baba’nın dedesi Mustafa Ağa, (Gönen’de Uzunköprülü Mustafa Ağa olarak bilinir), sekiz çocuğundan o sırada altı yaşındaki Alirıza da dahil henüz bekar olan   beş çocuğunu yanına alarak 1928 yılında Balaban Köyü’nden ayrılarak bugünkü Gönen topraklarına gelip yerleşiyor. Alirıza’nın evli olan iki büyük ablası ve bir ağabeyi Balaban köyünde kalır. (İşte Zeki baba bu gezimizde amca ve hala çocukları ile uzunca bir aradan sonra yüzyüze bir kez daha buluşacaktır.)
Kadere bakın ki, aynı tarihte yani 93 Harbi sonunda, Osmanlı coğrafyasının diğer bir köşesinde, Kafkaslar’da Anadolu topraklarına bir göç daha olur. Bu sefer Zeki Baba’nın Kırım’dan Tatar ataları gelmiştir Gönen’e… Birbirlerinden habersiz… Balkanların Muhaciri Alirıza (baba) ile Kafkasların Tatar kızı Hasibe’nin (anne) yolları Gönen’de birleşir. 93 Harbi; Zeki Baba’nın annesi ile babasını Gönen’de buluşturur. Bir yanı Balkan bir yanı Kafkas’tır Zeki Baba’nın…
İnsanların kaderi, kimin dünyaya geleceği milyarlarca ihtimallere dayalı tevafuklara bağlı değil mi? Yaratılış hikmetine akıl sır ermiyor. Balkanlar çökecek, Kafkaslar toz duman olacak, biri Batı’da ötekisi Doğu’da iki farklı coğrafyadaki aileler Anadolu toprağında buluşacak.
Zeki Baba, işte böylesine akıl sır ermeyen, hüzünlü ve acılı göçlerin buluşan anne babanın çocuğu olarak dünyaya geliyor. Sonrasında Zeki Baba anne ve babasından hep göç hikayeleri dinleyerek büyüyecektir. Hem anneden hem de babadan yaralı bir çocuk… İki taraftan yıkılmıştır. Zeki Baba’nın karakterinin oluşmasında şüphesiz bu hikayelerin büyük etkisi olmuştur. Bu karakter ki; hep iyilikle, hep güzelikle, hep merhamet ve vicdanla örülmüş, temeli sağlam atılmış…
Hayat işte… 1960’lı yıllar… Türkiye için zor yıllar. Darlık ve kıtlık yılları… İnsanların sadece giyecek ve yiyecek için yaşadığı geçim yılları… Köyünden kımıldamanın, 40 kilometre ötedeki Bandırma’ya bile gitmenin bir çok insan için çok zor olduğu yokluk yılları… Ki Zeki Baba, denizi ilk defa 12 yaşında iken görebiliyor. Öylesine esir almış mahrumiyet ve fakirlik, ailelerin kucağına bağdaş kurmuş kalkmıyor.
Edirne’nin Balaban köyünde bırakıp gelinen akrabalardan ne haber var ne mektup… Ne de Kırım’dan anne tarafından haber var. Kopuyor bu yıllarda bağlar. Unutturuyor çetin hayat şartları… Herkes kendi derdine düşmüş, öldürücü bir geçim telaşı… Kim nereye gitsin ki? Edirne nere Gönen nere? Şimdi bize Çin ne kadar uzaksa, o gün Gönen de Balaban’a o kadar uzak… Hatta daha uzak. Hele Kırım? Mars kadar uzakta Kardaş ailesine…
Zeki Baba, daha küçük yaşta ne kadar zeki, çalışkan ve sağlam bir karaktere sahip olduğunu gösteriyor. İsmiyle müsemma… Gönen’de hem tarlada hem de ahırda çalışıyor. Hem hayvanlara bakıp tarlada ekinler biçiyor, hem de derslerine çalışıyor.
O zaman belli oluyor Zeki’nin okuyup adam olacağı… Nitekim ailesini yanıltmıyor. Ta ilkokuldan başlayarak bütün okullardan en iyi derece ile mezun oluyor. Yatılı parasız okullar kazanıyor, Balıkesir’de okuyor, sonra da İstanbul’da iki üniversite bitiriyor. İlk, orta, lise ve üniversite’de bütün sınıfları başarıyla geçiyor. Hiçbir dönem hiçbir okulda ikinciliğe düşmüyor.İstanbul’da ilahiyat ve Hukuk Fakülteleri’nden mezun oluyor.
Sonra iş hayatı… Avukatlık, Libya’da ve İstanbul’da çeşitli alanlarda başarılı çalışmalar… Yorulmak bilmeden koşturma… Sonra İstanbul Büyükşehir Belediyesi’nde Genel Müdürlük, siyasete girme teşebbüsleri, Gönen Belediye Başkanlığı için aday olması…
Bugün İstanbul’da yiyecek sektöründe ünlü bazı markaların bayiliklerini işleten, mütevazı bir iş hayatında görüyoruz Zeki Baba’yı…
Zeki Baba, Edirne’de kimi akrabalarını hayatında ilk defa görecek. Sabah erkenden kalkıp Uzunköprü ve Balaban köyüne doğru hareket etti. 150 yıl önce Bulgaristan’ın Osmanpazar bölgesinden göçüp gelen atalarının çocukları (Amca ve hala çocukları ve onların torunları) ile tanışacak olmanın heyecanını gizlemeye çalışıyordu Zeki Baba…
Kolay değil, babasının doğup büyüdüğü topraklara geliyor, Uzunköprü ve Balaban Köyüne yaklaştıkça heyecanı artıyor, kalp atışlarının hızıyla yüzündeki kırmızılık iyice koyulaşıyor, içinde Karadeniz fırtınaları kopuyordu. Duygu yoğunluğunu belli etmemeye çalışsa da ben hissediyorum.
Seyahat boyunca Zeki Baba hep gözleri nemli göç hikayeleri, baba ve annesinin hayata tutunma mücadelesini anlatıyor. Zeki Baba, doğup büyüdüğü Gönen’deki küçüklük yıllarını ve anılarını anlatırken kendinden geçiyor, adeta ayakları yerden kesiliyor, geçmişe büyük bir özlem duyuyor. Nerede esen bir rüzgar bedenini okşasa, nerede bir çam kokusu hissetse, nerede yerlere yatan buğday başakları görse, Zeki Baba bulunduğu yerden kopar Gönen’e, babasının yanına taşınır, ruhuyla bedeniyle… Gözleri dolar, bakışları uzaklara kayar.
Dünyanın en uzun köprüsü üzerinden geçip Uzunköprü merkezine vardığımızda bizi ilk olarak halasıoğlu emekli öğretmen Oktay dayımız karşıladı.
İlk buluşma, ilk temas, ilk bakışma, ilk sohbet… Yıllar yıllar sonra… Kupkuru toprağın senelerin ardından suyla buluşması gibi… Halaoğlu, halakızı, onların çocukları ve torunları ile öyle bir kucaklaşma ki belki de Zeki Baba her birinin şahsında babasını görüyor, babasını kucaklıyor.
Oktay abiyi de yanımıza alıp doğruca eski adı Harala olan Altınyazı köyüne gidiyoruz. Balaban köyünden önce bu köyde görmemiz gereken bir akraba daha var. Emine halasıoğlu Kazım dayı ve çocukları… Kapıda bizi Kazım dayının gelini Neclâ abla karşılıyor. Zeki Baba’yı ilk defa görüyor, fakat ismini çok duymuş… Kazım dayı ise artık 90’a merdiven dayamış, zayıflamış, hastalanmış, hafızasını büyük ölçüde kaybetmiş… Zeki Baba’yı hatırlaması mümkün değil… Evin oğlu Ziya abi de yok, İlçe merkezine gitmiş… Fakat çatkapı gittiğimiz için herkes hazırlıksız… Ya bahçede iş yaparken ya da hayvana yem verirken buluyoruz akrabaları… Hemen telaşla ve heyecanla üst baş değişiliyor, Zeki Baba geldi diye heyecanla yiyecek bir şeyler hazırlanıyor. Kazım dayımızın evinde bir adet köy ekmeği, iki kaşık yağ, iki dilim peynir ve birkaç adet erik… Zeki Baba hayatının belki de en lezzetli yemeğini yedi.
Ve asıl köye, Balaban’a gidiyoruz. Zeki Baba’nın babasının doğup büyüdüğü, şimdi eski evlerinde yellerin estiği köyüne… Halasıoğlu Halit dayı ve oğlu Nejat abinin evine… Köy muhtarına önceden telefon açıp geleceğimizi söyledik, Nejat’a haber verin dedik. Köy ahalisinde bir heyecan almış başını gidiyor. Kim gelecek? Zeki Baba… Nejat bizi, aynı zamanda kendisinin işlettiği köy kahvesinde bekliyor fakat biz doğruca evine gittik. Evin gelini Gülcan yenge karşıladı bizi... Bu evin ahalisinin tümü Zeki Baba’yı ilk defa görüyor. Sadece ismini duymuşlar, ancak hakkında hiçbir bilgiye sahip değiller… Onlar da biliyor ki, Gönen’de Alirıza dayıları, onların çocukları ve Zeki Baba var ama başka da bir bilgiye sahip değiller… Akrabalar Zeki Baba’yı görünce ve öğrenince heyecanlarını ve duygularını belli ederken, Zeki Baba hala sükunetini koruyor, heyecanını belli etmiyor ve duygularını açığa vermiyor. Ama ben biliyorum ki, içinde çok yoğun bir duygu değişimi yaşıyor.
Balaban Köyü küçük ama zamanın en zengin köylerinden biriymiş… Şimdi nüfusu azalsa da evleri büyük ve güzel, bahçeli ve bahçelerde envaı türlü meyve ve çiçekler yetişmiş… Zeki Baba’nın akrabalarının evleri de öyle… Nejat’ın bahçesinde, kendiliğinden yetişen şeftaliden koparıp yedik. O da ne? Bu nasıl bir lezzet Allahım? Ben Gündüzbeyli olmama ve Gündüzbey’de dünyanın en lezzetli meyvelerini yememe rağmen ömrümde böyle bir şeftali hiç tatmadım. Dönerken yüzsüzlük gösterip üç adet kopardım ve eve getirdim, Zeki Baba’ya da vermedim, bencillik yaptım. Çekirdeklerini Gündüzbey’e götürüp orada ekeceğim.
Evin hanımı Gülcan Yenge’nin alelacele kurduğu sofrada bize ikram edilen yemekler de çok lezzetliydi. Neden acaba? Yıllar sonra yapılan sıla-i rahimin etkisi mi? Baba ocağı olduğu için mi? Bu tarihi bulaşmanın yemeğe yansıması mı? Odaları kaplayan koyu sevgi ve muhabbetin buhar olup yemeğe sinmesi mi?
Vefatlar, düğünler akraba ziyaretlerinin vazgeçilmez konusudur, kim ölmüş, kim kalmış, kim nerede ne yapıyor? Hepsi bir kere daha hatırlanıyor ve yad ediliyor. İlk defa öğrenilen bilgiler “Ya öyle mi?”, “Vah vah!” ya da “Maşallah”, “Ne güzel!” nidalarıyla anılıyor. Maziler birbir dökülüyor gözler önüne, sanki yeniden yaşanmış gibi dile getiriliyor. Hiç görüşülmemiş ya da uzun yıllar önce görülmüş akrabalar, hasret ve özlemle, biraz da buruk bir duyguyla anlatılıyor. Yüzler gülüyor, sevinç ve heyecan zirve yapıyor, herkes bu ani ziyaret karşısında biraz da şaşkın… Ama tatlı bir şaşkınlık…
Bu sefer bitişik evden hızla ve büyük bir sevinçle koşan bir kadın, öyle iştahla kucaklaşıyor ki Zeki Baba’yla… Amcası torunu Emel abla… “Aaa Zeki abi gelmiş… Aman Allahım, gözlerime inanamıyorum.” Kadının eli ayağı tutuşuyor adeta… Yaşlı annesine bakmak üzere köye gelmiş… Karşısında aniden Zeki Baba’yı görünce nasıl da heyecanlandılar. Osmanlı şurubu, meyve ikramı eşliğinde koyu bir sohbet daha başladı Emel ablanın baba evinde…
Balaban köyünde son olarak ziyaret edeceğimiz yer Köy kahvesi… Köyün ekabir takımı, yaşlılar bir anda Zeki Baba’nın etrafını sardı. Rahmetli Alirıza Dayının oğlunun köye geldiğini duyanlar akın akın kahveye koşuyor. Köyün en yaşlıları Alirıza dayıyı tanıdıklarını söyleyince Zeki Baba iyice kulak veriyor. Babasının ismini duydukça adeta kendinden geçiyor, hiçbir kahve muhabbeti bu kadar mutlu etmemiştir Zeki Baba’yı…
Artık ayrılık vakti… Yıllar sonra yapılan ziyaretin sonuna geldik.
Bir daha görüşülmek üzere, sık sık gelip gitme sözleri verilerek, aile boyu gelinsin diyerek vedalaşılıyor. Geride tatlı bir iz ve hatıra bırakılarak… Biz de Oktay abiyi tekrar Uzunköprü merkezine bırakıp Edirne’ye dönüyoruz.
(Zeki Baba, Uzunköprü ve Balaban ‘daki akrabalarını geçmiş  yıllarda köyde bir iki kere ziyaret etmiş,İstanbul’da da zaman zaman görüşmeler olmuş.Ne var ki 1920 lerde başlayan ayrılık o yılların koşullarında zamanla derinleşmiş ve malesef üçüncü,dördüncü kuşaklara gelindiğinde akrabaların birbirlerini tanıyıp bilememe derecesine varmış.Zeki baba bu tür ziyaretlerin zamanla akrabalar arası ilişkileri canlandıracağına inandığını söylüyor.)
Edirne… Mimar Sinan’ın muhteşem eseri Selimiye’nin ustalık eserinin bulunduğu serhat şehri… Eski Cami ve Üç Şerefeli Cami Selimiye’ye eşlik ediyor. Göğe yükselen dört minaresi, kubbesi ve işlemeleriyle… sanki benden daha iyisi yok der gibi sesleniyor. Meydan okurcasına… Osmanlı’nın ulaştığı zirveyi simgeliyor Selimiye… Seyri doyumsuz, saatlerce hatta günlerce bakıp dursanız bıkılmayacak şahane bir eser. Şiir gibi… Hayranlıkla seyrediyoruz.
Bir vakit namaz Selimiye’de, sonra Eski Cami, sonra Üç Şerefeli Cami… Camileri, köprüleri, medreseleri, şifahaneleri, tarihi eserleriyle Osmanlı’ya 100 yıla yakın başkentlik yapmış rüya şehir… Taşı toprağı tarih olan kutsal bir belde… Tunca’sı, Arda’sı ve hele hele Meriç’i ile gezenleri mest eden serhat beldesi…
Akraba ziyaretleri ile mest olan Zeki baba bu sefer Edirne’nin güzellikleri ve muhteşem eserleriyle bi kere daha mest oluyor. Selimiye’yi birkaç defa görmüş olmamıza rağmen her seferinde ilk defa görmüş gibi haz duyuyoruz.
Bağrında Selimiye gibi muhteşem bir eseri barındıran bu tarihi şehri Zeki Baba ile gezmek ayrı bir zevk…
Peki Zeki Baba’yı özel kılan nedir? Hangi özellikleri; bir gezi ve makale konusu yapmamızı, örnek bir şahsiyet olarak sunmamızı sağlamaktadır. Ne gördük bu fani beden üzerinde, ne saklıyor bu 66 yıllık hayat içinde? Nasıl bir kimlik inşa etmiş?
Bakalım;
Sağlam bir dimağ, ahlaklı bir karakter, yardım sever bir kişilik, tevhidi bir inanç, bitmek tükenmek bilmeyen bir enerji ve mükemmel bir sorumluluk bilinci… Zeki Baba’nın kapısına gelen hiç kimsenin boş döndüğü görülmemiştir. Yolda yürürken karşısına dikilen bir dilenciye yardım etmeden önce mutlaka onunla şakalaştığı ve bir ünsiyet kurduğu görülmüştür. Yardım ettiğini belli etmez, sanki arkadaşına verir gibi… İyilik yapmayı ve yardım etmeyi, hayatının en önemli eylem planı yapmış…
Her yerde ve her zaman İslami konuları anlatırken şunu söyler: “Din çok sadedir. Allah’a ve ahirete gereği gibi iman ve salih amel…” İyilik yapın, der durur Zeki Baba… Bizi kurtaracak eylemin iyilik olduğunu beyinlere yerleştirmeye çalışır. Her alanda olduğu gibi dini anlayışta da özgün bir karaktere sahiptir. Aklını sonuna kadar kullanır. Sözleri ile eylemleri arasında tam bir uyum vardır.
Zengin ve nüfuzlu kişilerle değil daha çok fakir, kimsesiz, mazlum ve gariban fakat aynı zamanda ahlaklı ve karakterli insanlarla dostluk kurar. Sokaktaki bir temizlik elemanı, bir işçi, bir hamalla iletişim kurmaktan büyük zevk alır.
Hep haktan, hukuktan ve adaletten yanadır. Kendi öz çocuğu da olsa adaletten asla taviz vermez. Bir keresinde gariban bir kişi ile bürokraside yüksek bir görevi olan yakın bir dostu arasında kalmıştı da garibanı tercih etmişti.
Müthiş bir zekaya, mukayese yeteneğine ve analitik düşünme becerisine sahip… Bilgileri, haberleri ve duyduklarını akıl süzgecinden geçirir ve okuduğu her kitabı mutlaka sorgular.
Paylaşımcı, kadirşinas, vefalı ve duyguludur.
Hislerini kaybetmemiştir. Edebiyatçı kişiliği, şiire ve şarkılara olan düşkünlügünde de kendini gösterir. Mehmet Akif’in şiirlerini ve Yahya Kemal’in eserlerini okurken çoğu kez ağladığına şahit olmuşumdur.
Kelime ustasıdır. Yanında konuştuğunuzda, bir kelimeyi yanlış kullandığınızda ya da yanlış aksanla telaffuz ettiğinizde hemen yakalar, asla affetmez.
Dile, Osmanlıcaya, Farsçaya ve Arapçaya tam anlamıyla hakimdir. Dimağında yüzlerce şiir ve şarkı sözleri vardır. Türk Sanat ve Klasik Türk müziğine hayrandır. Günlük konuşma sırasındaki konulara, hemen bir şiir ya da şarkı mırıldanarak katılır. Şiirsiz geçen bir saati, edebiyatsız geçen bir günü, şarkısız geçen bir zamanı yoktur.
Giyimi, kuşamı, oturması kalkması, konuşması, yemesi ve içmesi son derece nezih, kibar ve medenidir. Temizlikten ve kaliteden asla taviz vermez. Düzenli ve tertiplidir. Konuşması şiir gibidir, kitabî bir üslupla hitap eder.
Nereye giderse gitsin (Ki ben bir çok kez şahit oldum, İstanbul’da, Gönen’de ve Malatya’da) herkesin sorununu dinler ve çözümü için mutlaka çaba sarfeder. Ailesine gösterdiği ihtimamın nerdeyse aynısını akrabalarına, komşularına ve arkadaş-dost çevresine de gösterir.
Kuralcıdır, kalite düşkünüdür, kırmızı çizgileri vardır, ilk bakışta zor bir adam gibi görünür fakat birlikte oturmaktan, gezmekten ve seyahat etmekten zevk alacağınız birisidir. Yanında çok rahat hissedersiniz, çocukla çocuk olur, büyükle büyük… Beraber geçirdiğiniz her dakika boş geçmez mutlaka bilgi dağarcığınıza yeni bir örnek davranış ya da orijinal bir bilgi katar. Vazgeçmediği bir tutkusu daha vardır: Mizah… Gülmeyi ve güldürmeyi sever. Mizahı sevmeyen zeki olamaz zaten…
Kalite ve estetiğe düşkündür, bayağı ve basit olandan şeytandan kaçar gibi kaçar, asla kalitesizlerle düşüp kalkmaz, onlara pirim vermez ama onlarla da iyi geçinmesini bilir.
Çok iyi bir gözlemcidir, hiçbir ayrıntıyı kaçırmaz, en kuytu köşelerdeki güzellikleri görür, sanat ve estetik mahsulü bir eseri anında yakalar.
Onun yanında herkes kendisini güvende hisseder, bilir ki başına bir iş gelirse sahip çıkar, yarı yolda bırakmaz, arkasından konuşmaz, müşfik ve sevecen tavırlarıyla herkesin gönlünde taht kurar. Dostunun rahatı için kendi rahatını feda eder.
Halis, saf ve bozulmamış bir İslam inancına sahiptir. Bu anlayışı her zeminde, herkese karşı hiç çekinmeden ama tatlı bir dille ve bıkmadan usanmadan anlatır. Uzun saatlerini verir bu uğurda… Bir kişiyi bile kaybetmeye tahammülü yok.
Kitap okumayı çok sever. Hatta işinden arda kalan zamanda kitap okumaz, kitap okumadan arda kalan zamanda işiyle uğraşır. Genel kültürü ve el becerisi tartışmasızdır. Günlük siyasi ve diğer alanlardaki gelişmeleri günü gününe takip eder. Memleket sorunlarını dile getirirken herhangi bir parti ya da siyasi görüşün bağnazca fanatikliğini yapmaz. Adil, mantıklı ve yapıcı yorumlar getirir. Ezbere ve kulaktan dolma piyasa bilgilerine dayalı tartışmaların içine asla girmez.
İlim, sanat, ahlak ve akıl… İşte Zeki Baba’nın hayatına yön veren düsturlar.
Bütün bu tespitlerim ve daha yazamadıklarım ayağı yere basan, gerçekçi, test edilmiş, birebir yaşanmış, görünmüş tespitlerdir.
Zeki Baba, “baba” ünvanını hakkıyla kazanmış toplumumuzdaki ender şahsiyetlerden biridir. Onu tanıyıp, onunla yaşamış, beraber olmuş hiç kimse, bu özelliklerden birinin dahi üzerinde bulunmadığını söyleyemez. Bütün bu ulvi değerlerle mücehhez olup, aksine abartı olmayıp az ve eksik yazılmıştır.
Allahu alem biz bilemeyiz, içleri ve kalbi bilen sadece Allah’tır. Görmediğimiz bilmediğimiz hiçbir özelliği herhangi bir dünyevi çıkar uğruna insanlara yüklemekten Allah’a sığınırız.
Peki neden yazdım?
Zeki Baba gibi insanların sayısı azdır. Toplumun böyle şahsiyetleri tanıyıp bilmesinde insanlık adına yarar gördüğüm için yazdım. İyi insanların da yaşadığını, iyi insanların da mutlu olduğunu, iyi insanların da zarar görmediğini, iyiliğin maraz getirmediğini, karşılığında kötülük görmüş olsak bile hala iyilik yapmaktan vazgeçmemek gerektiğini anlatmak için yazdım.
Biz Zeki Baba’nın hayatından da anlıyoruz ki, önünde sonunda iyilik kazanacaktır.
Ne mutlu iyi olanlara, ne mutlu iyilik yapanlara!
******
Not: Bizi Edirne’de karşılayan, gezdiren, ağırlayan Malatyalı hemşerim sevgili dostum Mimar Bayram Yaman’a çok teşekkür ediyorum, sağolsun varolsun. Yüzümüzü ağarttı, Allah da her iki dünyada kendisinin ve sevdiklerinin yüzünü ağartsın. (Amin)

Yorumlar
Adınız
Yorumunuz onaylanmak üzere yöneticiye iletilmiştir.×
Dikkat! Suç teşkil edecek, yasadışı, tehditkar, rahatsız edici, hakaret ve küfür içeren, aşağılayıcı, küçük düşürücü, kaba, müstehcen, ahlaka aykırı, kişilik haklarına zarar verici ya da benzeri niteliklerde içeriklerden doğan her türlü mali, hukuki, cezai, idari sorumluluk içeriği gönderen Üye/Üyeler’e aittir.