ALTIN
 2.468,19
DOLAR
 32,4306
STERLİN
40,3674
EURO
 34,5013

KONUK GÖZÜYLE MALATYA

Uzun yıllar öncesiydi, aslen Aydın’lı olmamıza rağmen asker olan babamın görevi gereği ataması Batman’a yapılmıştı ve o zaman daha 8-10 yaşlarındaydım. Batman’a giderken otobüsle Malatya’dan geçtik, Malatya’yı sadece otobüsle geçerken gördüm. O zamandan beri Malatya’yı görmeyi çok istememe rağmen bir türlü fırsatını bulamamıştım. Askerlik arkadaşımın Malatya’lı olması nedeniyle bu kente olan merakımı onunla sohbet ederken giderirdim. Bir defasında askerlik arkadaşım, merhum Celal Bayar’ın Malatya’yı tarif eden kısa bir sözüyle tanıtmaya çalışmıştı yaşadığı kenti. Merhum Celal Bayar Malatya için “Doğunun batısı, batının da doğusudur Malatya...” dermiş, bu sözü Malatya’ların bir çoğu bilmese de Cumhuriyet tarihinde biri İsmet İnönü diğeri de Turgut Özal olmak üzere iki Cumhurbaşkanı çıkartmış olmanın gururuyla yaşarmış Malatyalılar.

Yaklaşık kırk yıl sonra arkadaşımın daveti üzerine Malatya’ya geldim bugün. Malatya ile ilgili merakımı giderecek ve Malatya’yı birkaç gün gezecektim. Ana caddelerini, ara sokaklarını, tarihi ve turistik yerlerini, kayısısı ile ünlü olması nedeniyle Şire Pazarı’nı, Bakırcılar Çarşısı’nı zamanımız kalırsa da ilçelerini gezecektik arkadaşımla...

Beni havaalanından özel arabasıyla alan arkadaşım daha ilk girişte Organize Sanayi Bölgesiyle tanıştırdı ve iki organize sanayisinin olduğunu, üçüncüsünün de yapıldığını söyledi. Organize sanayiinden sonra oldukça derin bir dere üzerine kurulu bir viyadükten geçtik. Bu derenin “Beyler Deresi” olduğunu anlattı arkadaşım. Gelmeden önce arkadaşımdan kalacağım otelin merkezde, temiz ama vasat bir otel olmasını rica etmiştim. İstediğim gibi de oldu, merkezde temiz ve şirin bir otele yerleştim. Beni otele yerleştiren arkadaşımdan ertesi gün görüşmek üzere ayrıldık. Odama çıkıp duş aldıktan sonra çok yorulmuş olmalıyım ki hemen uyumuşum. Sabah kahvaltıya indiğimde otel görevlisinin bir misafirimin olduğunu söylemesi üzerine iki kat aşağıdaki lobiye indim ve beni bekleyen misafirin arkadaşım olduğunu gördüm. Birlikte kahvaltı salonuna çıktık. Açık büfeden kahvaltılık yiyeceklerimizi seçtikten sonra ben nescafe doldurdum fincanıma, arkadaşım da çay. Çayımızı kahvemizi yudumlatıp kahvaltımızı yaparken bir yandan da gezeceğimiz yerlerin programını yapıyorduk.

Otelden çıkıp otelin sırtındaki arka sokağa girdiğimizde üzeri kemer şeklinde fiberglass ile kapatılmış sokaktaki sahaflar çarşısına girdik. Sağlı sollu dizilmiş küçük küçük dükkanlar ve her dükkanın önüne hazırlanmış portatif tezgahın üzerine toz kapmasın diye streçlenmiş kitaplar gördüm.

“Biraz dolaşıp yorulduktan sonra gelir yorgunluk kahvesini burada içeriz, buranın külde pişen kahvesinin tadı damağında kalacak” dedi arkadaşım. Geri dönüp Çocuk Sokak’ta bir müddet yürüdükten sonra karşımıza çıkan meydanın ortasında İsmet İnönü’nün ellerini yana sarkıtmış, uzun paltolu devasa heykelini gördük. Hemen arkasındaki büyük taş yapının Hükümet Konağı, tam karşısındaki caminin de tarihi Yeni Cami olduğunu söyledi arkadaşım. “Malatyalılar bu camiye Teze Cami derler. Yapımına 1893 yılında başlanmış. Sultan 2. Abdulhamit yapımına destek vermiş. Osmanlı mimarisinin güzel bir örneğidir Teze Cami. Bu caminin yerinde başka bir cami varmış, 1843’de Hocazade Hacı Yusuf tarafından yapılmış 1893’te yaşanan Büyük Zelzele’de yıkılması üzerine vatandaşlar yardım toplayarak buraya tekrar cami yaptırmaya karar veriyor. Eski camiden sadece minare kalıyor. Bu minarenin de yine o depremde şerefeden üstü yıkılıyor, şerefeden aşağı kısmı kalıyor. Caminin alanı bataklık, o zamanlar teknoloji bu kadar gelişmemiş, donatılı ya da donatısız fore kazıklar yok. Zemini kurutmak için fore kazık yerine ardıç ağacından kazıklar çakılıyor ve temel bu ardıç kazıkların üzerine oturtuluyor. Yardımlar yetersiz kalınca 2. Abdulhamit 10 bin altın yardımda bulunuyor ve cami Cumhuriyetin ilk yıllarında tamamlanıyor. O günden bu güne yıllara meydan okuyor” diye anlattı Teze Cami’yi. Olanca deri kokusunun yayıldığı Ayakkabıcılar Çarşısı’nın içinden geçip Söğütlü Cami’ye geldik. “Söğütlü Cami’nin yerinde bir zamanlar kadınlar hapishanesi olduğunu söylenir. Avlusunda bir minaresi varmış, 1763 yılından kalma Malatya’nın merkezinde, Tüccar Pazarı ile Yemenici Çarşısı arasındaki en eski camilerden biriyken 1987 yılında birileri tarafından bile isteye yıktırılmış. Bu caminin resmi kayıtlara göre adı Cinci Hüseyin Camisi’ymiş. Avlusundan akan kanalın etrafında yer alan söğütlerden esinlenilerek -bilirsin söğüt ağacı suyu çok sever- halk bu camiye Cinci Hüseyin Camisi demek yerine Söğütlü Cami demeyi benimsemiş. Bu cami de güzel bir cami ama kesme taşlarla yapılmış Teze Cami’nin yerini tutmaz, hem de adı sanı bilinse de sokak arasında kaldığı ve önü arkası kapalı olduğu için Teze Cami’nin ününe yetişemez..”

Söğütlü Cami’nin etrafında konuşlanmış ışıl ışıl aydınlatılmış süslü vitrinleriyle kuyumcular çarşısını gezdik. Aklımda kaldığı kadarıyla, Taş Mağaza, Kösem, Saray, Hoşhanlı gibi isimler yazılıydı kuyumcuların kapılarının üzerindeki ışıklı tabelalarda. Şire Pazarı’nı gezmeye gelmişti sıra, Şire Pazarı’nda kayısının her türlü ürünüyle süslenmiş vitrinler, vitrinlerindeki ürünlerden tattırmak isteyen bonkör ve güler yüzlü esnafla karşılaştık. Hangi dükkanın önünden geçsek esnaf “Buyurun tadına bakın” diyerek tek kullanımlık eldivenleriyle ürünü uzatıp tattırmaya çalışıyorlardı. Alışveriş yapmak üzere girdiğimiz bir dükkan sahibi bir yandan siparişlerimizi hazırlıyor bir yandan da bize ürünlerinden tattırıyordu. İkramlar öylesine doyurucuydu ki bir an için, yemek yemeden önce buraya gelen birinin öğlen yemeği yemesine gerek kalmaz diye geçirmiştim içimden. Şire Pazarı’ndan çıktıktan sonra Kasap Pazarı’nı, ardından da Kasap Pazarı’nın hemen yanındaki Bakırcılar Çarşısı’nı gezdik. Çırağının bir sıkıp bir bırakarak hava verdiği körüğün ucundan çıkan havayla sürekliliğini koruyan kor ateşin üzerindeki demiri sol elindeki maşayla sağa sola döndürürken, diğer elindeki çekiçle de olanca gücüyle örsün üzerindeki demiri döverek kızgın demire şekil verip orak, kazma, külbe yapan demircileri; bakır leğenlere, tabaklara ucu küt zımbalarla süs yapan bakırcıları; Duvardan tutunarak bir sağa bir sola dönerek ayağının altındaki bakır kabı kumda parlatan kalaycıları gördük. Normal yaşamında bir sağa bir sola dönen, döneklik eden, sözünde durmayan insanlara neden “Kalaycı gibisin birader” dendiğini bilmiyordum, o kalaycıyı görünce anladım o tür adamlara neden “Kalaycı” dendiğini. Önünden geçtiğimiz salaş bir kebapçı dükkanını göstererek “Buranın kebabını hiçbir yerde yiyemezsin” dedi arkadaşım. Kamburlaşarak kafamızı tavandan esirgeye esirgeye yeşil halıfleks serili tek kişilik dar bir demir merdivenden üst kata çıktık, sehpa büyüklüğündeki masalar ve kürsülerde oturduk alçak tavanlı bir salonda. Bakır tasla gelen köpüklü ayranın yanındaki közleme biber, domates, sarımsak ve patlıcanı maydanoz ve limon eşliğinde sıcak tırnak pideye dürmenin tadına, ardından gelen acılı kıyma kebabın lezzetine diyecek söz bulamadım. Belli ki çevresinde sevilen, sayılan biriydi arkadaşım, her masadan selam yağıyordu. Tevazu gösterdi, “Burası küçük yer, herkes birbirini tanır” dedi içten içten gururlanarak. Hesap ödemek üzere garsonu çağırdığında “Abi hesabınız ödendi, az önce şu köşe masada iki kişi oturan ağabeylerden uzun boylu olanı ödedi hesabınızı” deyince yaşadığı şoku atlatamayan arkadaşıma, bunu saymıyorum, bugün beni başkası davet etmiş oldu bu lokantaya, yarın yine geleceğiz diye takılmadan edemedim. “Yarın öğlen seni Akpınar’da yöresel yemeklerin yapıldığı bir lokantaya götüreceğim, artık orada analı kızlı mı yersin, avrat köftesi mi yersin, kağıt kebabı ya da kara kavurma mı yersin onun orasını bilemem? ” Avrat köftesi ne? Dediğimde “Bizim Malatya’lılar bulguru yaprağa sarmadan yiyemezler, ellerine yeter ki nazik bir yaprak geçmesin, onu suda ıslattıkları unlu bulgura sarar, üzerine de salçalı soğanlı bir sos yapar yerler, bunun adıdır Avrat Köftesi, ilk anda adı ve şekli yadırganır ama tadına doyum olmaz, yaprak demişken aklıma geldi, yaprak yerine yarpak, toprak yerine torpak, köprü yerine de körpü denir Malatya’da” dedi arkadaşım. Bakırcılar Çarşısı’ndan da hediyelik eşyalar aldık. Artık yorulmuştuk, yavaş yavaş yürüme mesafesindeki otelime döndük.

Ertesi sabah yeni bir güne uyandığımda yine kahvaltı salonunda bekledim arkadaşımı. Kahvaltımızı yapıp kahvelerimizi içtikten sonra otelden çıktık. Arkadaşım “Arabayı almamıza gerek yok, bugün öğleden önce gideceğimiz yerler hep yürüme mesafesinde.” dedi. Çok kısa bir yürüyüşten sonra karşılaştığımız eski yapı taş binanın “Gazi İlkokulu”, hemen karşısındaki yine eski yapı taş binanın da “Atatürk Evi” olduğunu söyledi. Ortasından büyük bir kanalın geçtiği caddenin adının “Kanalboyu Caddesi” olduğunu söyledikten sonre Kanalboyu Caddesi ile İnönü Caddesi’nin kesiştiği noktadaki devasa Atatürk Heykeli’nin hikayesini de anlattı. “Bu heykele Malatyalılar Çift Heykel derler. 1945-1946 yıllarında zamanın yöneticileri tarafından bağış kampanyası düzenlenerek halktan toplanan 130 bin lira ile 1947 yılında Heykeltraş Nejat Sirel ve Heykeltraş Hakkı Atamulu’ya yaptırtılan ve o zamanki adıyla “Çift Heykel” olarak anılan Atatürk Anıtı’nda üç ana unsur bulunmaktadır. Bunlardan birincisi Gazi Mustafa Kemal Atatürk, ikincisi Atatürk’ün en değerli mirası olan milli egemenliği ve ulusun geleceğini emanet ettiği gençliği sembolize eden genç erkek figürü, gencin çıplaklığı, saflığı, temizliği ve duruluğu temsil eder, üçüncüsü de ulusumuzun gururu Türk Bayrağı’dır.” diye anlattıktan sonra, “Az yukarıdaki tarihi bina Malatya Kent Müzesi, müzede sergilenen önemli şahsiyetlerle ilgili bal mumu heykellerin ve tarihi taş binanın önüne yapılan balkonun binanın tarihi dokusuna uygun olmadığını düşünsem de zamanımız olursa orayı da gezeriz.” dedi arkadaşım. Arkadaşımın kent müzesi hakkındaki olumsuz görüşü beni daha da kışkırttı, parkı şöyle bir dolaştıktan sonra müzeye gitmemizi önerdim. Parkın az yukarısında yakın bir geçmişte hizmete açıldığı belli olan Malatya Kent Müzesi’ni gezdik. Müzede ulu önderimiz Mustafa Kemal Atatürk’ün yanında İsmet İnönü, Turgut Özal gibi Malatya’nın bağrından çıkmış devlet adamlarının ve sevilen şahsiyetlerden Nurettin Soykan ve meczup Mersedes Kadir’in balmumu heykellerini gördük. Malatya eşrafından İlhan Kılıçaslan’ın özel eşyalarıyla donatılmış bir oda ile Malatyalı sanatçı ve yazarlarının anılarınının yaşatıldığı odaları da gezdik. Üzülerek belirtmeliyim ki heykellerin hiçbiri de asıllarına benzemiyordu. Heykeller o büyük devlet adamlarının ruhunu yansıtmıyordu. Üzüldüğümü belirtmek durumunda kaldım arkadaşıma, benim üzüntümden o da bir Malatyalı olarak mahcubiyet yaşadı.

Doğuya doğru uzanan bir cadde gösterdi, “Bir zamanlar bu Org. Mehmet Buyruk Caddesinde ve bu caddeyi dik kesen Kanalboyu Caddesinde oturmak büyük bir ayrıcalıktı, yedi sekiz katlı binalar el değiştirdi. Bu evlerin sahipleri bir başka semte taşındılar, buraları da çevre illerden kente göç edenlere sattılar kentin demografik yapısı da değişti. Bu caddenin sonunda 2. Ordu Komutanlığı Karargahı, yolu devam ettiğinde, Elazığ Karayolu üzerinde Orduzu Pınarbaşı ve kentin on kilometre dışında da İnönü Üniversitesi var” dedi.

Gazi İlkokulu’nun hemen altındaki dar bir caddeden yürüdüğümüzde karşımıza çıkan ve yan yana sıralanmış tarihi Kagir binaların “Beş Konaklar” olduğunu ve bu binaların yakın bir geçmişte restore edilerek turizme açıldığını anlattı arkadaşım.

Beşkonaklar’ı geçtikten sonra türkülere mal olmuş Kernek Parkı’na geldiğimizde arkadaşım bir iç geçirdi ve “Burası çok güzel bir parktı, Gündüzbey’den çıkıp cazibeyle gelerek kentin kuzeyindeki arazileri sulayan su, yukarıdan çağlayarak dökülerek şu gördüğün alandaki yeşillikler arasındaki havuzda birikirdi, ama şimdi gördüğün gibi burası beton yığını haline getirildi ve sevimsizleştirildi” diyerek duyduğu üzüntüyü belirtti. Kernek Parkını arkanıza aldığınızda kuzeye doğru giden caddenin adının Fuzuli Caddesi olduğunu anlattığı, Teze Cami’nin de bu caddenin sonunda olduğunu söyledi. Kanalboyu’ndan doğuya doğru yürüdük, bir dört yol kavşağına geldiğimizde arkadaşımın “Çift Heykel” dediği muhteşem Atatürk Anıtı’nın önüne tekrar geldik. Anıtın hemen ilerisindeki bir parkta gelinlik ve damatlık giymiş gençlerin düğün hatırası fotoğraflar çektirmelerine tanıklık ettik. Bu parkın adının “Hürriyet Parkı” olduğunu, çok önceleri etrafının yüksek taş duvarla çevrili olduğunu, daha sonra bir belediye başkanının bu taş duvarı kaldırmak suretiyle parkı görünür kılarak mezbelelik olmaktan kurtardığını anlattı.

Arkadaşıma Malatya’nın yeni yerleşim yeri yok mu? Diye sorduğumda “Olmaz mı! “Şu meşhur ‘Uyan Sunam Uyan’ türküsüne imza atan Malatyalı Fahri” nin adının verildiği Fahri Kayahan Caddesi ve çevresi var. O bölge çok kısa sürede büyüdü, etrafa pıtrak gibi yayıldı çok katlı devasa binalar, bu defa da bu çevreden ev sahibi olmak bir ayrıcalık halini aldı. Ne idiğü belirsiz, meslekten olmayan insanlar müteahhit oldu, kısa sürelerde de tamamlayarak sattılar o güzelim çok katlı binaları” dedi. İstersem orayı da gezdirebileceğini söyleyince, arkadaşımın bu teklifinden mutluluk duydum, anlattıkları merak edilmeyecek gibi değildi. “O bölge merkezden biraz uzakta, arabayla gitmemiz gerekiyor” dedi arkadaşım. Otelin garajına parkettiği arabasını aldık ve Turan Emeksiz Caddesi ve devamındaki Yeşilyurt Caddesi’nden geçerek Fahri Kayahan Caddesi’nin üstündeki devasa kavşaktan aşağıya doğru inmeye başladık. Etrafı daha iyi gözlemleyebilmem için arabayı yavaş sürmesini rica ettim arkadaşımdan. Oldukça uzun ve etrafında yeni mimari yapılarla doldurulmuş geniş ama her nedense yılan gibi kıvrımlı bir caddeydi Fahri Kayahan Caddesi... “Bu bölge sadece Fahri Kayahan Caddesi ile sınırlı değil, Fahri Kayahan Caddesi’ne parelel iki cadde daha var, birinin adı Yüzakı Caddesi, diğeri de Güngör Caddesi, oldukça geniş caddeler. Bu bölge tarım arazisiydi, kayısı ve kiraz bahçeleri vardı bu bölgede, veraset nedeniyle paylaşıla paylaşıla küçüldü ve her nedense imara açıldı, küçücük bir bahçesi olan kayısısını, kirazını kesip yedi sekiz daire karşılığında apartman diktirdi, birinde kendisi oturuyor, varsa diğer bir ya da ikisinde de çocukları, kalan dairelerin kirasıyla da geçimini sağlıyor, kavşaklarında kocaman kocaman göbekler, dış mimarisi cezbedici, cepheleri rengarenk albenili kaplama malzemeleriyle kaplanmış, gökyüzüne meydan okuyan apartmanlarla dolu” dedi.

Fahri Kayahan Caddesi’nin tam ortasından geçen pahalı granit malzemelerle kaplı, önüne setler oluşturularak yer yer havuzlaştırılmış su kanalını görünce dikkatimi çekti ve bu görgüsüzlük nedir diye sordum arkadaşıma. Arkadaşım “Bu kanal yeni yapıldı, ilk yapıldığı zamanlar su ile doluydu, kanalın içinde ara ara değişik renklerde ışıklandırılmış bodur fıskiyeler vardı, güzel bir görüntü veriyordu çevreye” dedi. Peki şimdi neden boş bu pahalı doğal granitlerle kaplanmış kanal dediğimde arkadaşım, “Sanırım elektrik maliyeti yüklü bir meblağ tutuyormuş o nedenle yetkililer su doldurmaktan vazgeçmişler, yakında da kum doldurur üzerini kapatırlar” dedi. Arkadaşımın anlattığı bu gerekçe bana oldukça gülünç gelse de ayıp olmasın diye içimde beslediğim düşüncelerimi arkadaşıma söylemeyip sadece dinlemekle yetindim.

Bugün de yorulmuştuk. Arkadaşım akşam yemeği için beni güzel bir restorana götürdü, masada yok yoktu. Sıcak tarhana çorbası, soğuk gendime çorbası, avrat köftesi de dedikleri ayranlı yaprak sarması, Polat’ın ince bir rakı bardağı uzunluğundaki meşhur içli köftesi, sebzeli ve sade kağıt kebabının ardından üzerine ince kıyılmış ceviz serptirilmiş kayısı tatlısının damağımda bıraktığı lezzeti uzun süre unutamayacağımı sanıyorum...Yemekten sonra dinlenmek üzere otele geçtim. Yemek sırasında yarın, Anadolu Selçuklu Sultanı I. Alâeddin Keykubat devrinde ve 1224 tarihinde inşa edildiği düşünülen Eski Malatya’da Ulu Camiyi; 1637 tarihinde IV. Murat’ın silahtarı Bosnalı Mustafa Paşa tarafından yapılmış olan Silahtar Mustafa Paşa Kervansarayı’nı; 2014 yılındaUNESCO Dünya Mirası Geçici Listesi’ne girmeyi başaran Aslantepe Höyüğü’nü; Orduzu Pınarbaşı tesislerini ve Kernek Kanalından akan suyun gözesinin bulunduğu Gündüzbey Kasabası’nı, Yeşilyurt’u, Gedik denilen bir yerden kiraz ve kayısı bahçeleriyle kaplı vadiyi seyretmenin keyfine doyamayacaksın dedi. Malatya’da kaldığımın üçüncü günü de buraları gezdik.

Malatya’da geçirdiğim bu üç gün içerisinde çok güzel yerler gördüm, çok güzel lezzetler tattım, çok candan dostluklarla karşılaştım. Doğanşehir’in Takas’ını ve elma bahçelerini, Darende’nin Gürpınar Şelalesi”ni, Hulusi Efendi Külliyesi’ni, Akçadağ’ın Levent Kanyonu’nu, Arapkir’in üzüm bağlarını, Kale’nin uçsuz bucaksız kayısı bahçeleri ile baraj manzarasını, Hekimhan’ın ceviz bahçelerini, Arguvan’ın kendine özgü kültürünü ve Pütürge ilçesi ile Malatya’nın başka başka güzelliklerini görüp tanımak üzere bir kere daha Malatya’ya geleceğime dair arkadaşıma söz verdim.

Üçüncü günün akşamında sabah erken kalkacak uçağı kaçırmamak için erken yatmam gerekiyordu, diğer akşamlardan daha erken bir saatte arkadaşımla vedalaştık. Ona, bana gösterdiği güzel misafirperverliği için teşekkür ettim ve odama çıkmak üzere asansöre yöneldim.

Odama çıktığımda uyku tutmadı bir türlü, uyuyamadım. Telefonumun alarmını kurarak kendimi garantiye aldım ve bu üç günlük gezide Malatya’da gördüklerimi gözümün önünden bir film şeridi gibi geçirdim.

Doğrusunu söylemem gerekirse;

​Malatya’ya ilk girişte üzerinden geçtiğimiz viyadüğün yol zeminindeki dalgalanmayı bir mühendislik ayıbı olarak karşıladım.

Kernek Şelalesi diye gezdirildiğim mekanı şelaleden çok bir beton yığını olarak buldum. Kanalboyu gibi ortasından büyük bir kanalın geçtiği bulvarı alt yapısı ve kanalın kirliliği nedeniyle çok beğenmediğim gibi yetkililerin bu güzelliğin mezbeleliğe dönüşmesine neden seyirci kaldıklarına da akıl erdiremedim.

Malatya’nın en prestijli bir alanı olan Orduevi ile Hürriyet Parkı arasındaki bulvarda bulunan iki tane ucube ve teneke fıskiyeyi oldukça ilkel ve eski bulduğum gibi Malatya’ya yakıştıramadım.

Fahri Kayahan Caddesindeki kanalın (eğer arkadaşımın dediği doğruysa) işlevsel hale getirilmemesi ve öylesine pahalı bir yatırımın çürümeye ve yıkılmaya terk edilmesinden son derece üzüntü duydum.

Hele hele bu üç günlük gezim sırasında kent yetkililerinden biri ile karşılaşmış olsaydım kent müzesindeki balmumu heykellerin bir an önce aslına uygun hale getirilmesinin geciktirilmemesini özellikle rica ederdim.

Bir kenti dışarıdan gezmeye gelen insanlar öncelikle kent meydanlarını, kentin tarihi ve turistik yerlerini, otantik alışveriş çarşılarını, kente özgü ürünlerin sergilenip satıldığı yerleri, o kentin hafızası olan kent müzelerini, parklarını, ara sokaklarını ibadet mekanlarını gezerler. Malatya’da bu saydığım mekanların hemen hemen büyük bir kısmı Hükümet Meydanı merkez kabul edildiğinde yürüme mesafesindeki yerlerdi. Malatya’ya benim gibi turistik amaçlı gelen insanların gecenin bu saatinde uykusunun kaçmaması ve gördüğü bir çok güzelliği gölgede bırakan çirkinliklerin hafızalarda yer etmemesi için Malatya’nın yerel yöneticilerinin bu mekanların daha da güzelleştirilmesi için gerekli çabayı göstereceklerini umuyor tüm Malatyalılara sevgi, saygı ve selamlarımı sunuyorum diyerek bir kere daha gelmek üzere Malatya’dan ayrılmıştım.

Bütün Türkiye Covit 19 belasıyla tanışmıştı 2020 yılının başlarında. Kimse evinden dışarıya çıkamamıştı. Yaşam durmuş binlerce insanımız ölmüş, hayatta kalanların büyük bir çoğunluğunda da belirgin rahatsızlıklar kalıcı hale gelmişti. Malatya’ya ikinci gidişim bu nedenle ertelenmiş beni yaşadığı şehirde günlerce ağırlayan arkadaşıma verdiğim sözü tutamamıştım.

Soğuk bir Şubat ayının altıncı gününde gün ağarırken uyanır uyanmaz her zaman yaptığım gibi telefonumun haberler uygulamasını açtığımda okuduklarıma inanamadım. İçlerinde Malatya’nın da bulunduğu on bir ilimizde sabaha karşı saat 04.17 de 7.6 şiddetinde bir deprem olmuş, çok sayıda ölü ve yaralının olduğunu, ölü ve yaralıların sayısı hakkında belirsizliğin sürdüğünü bildiriyordu haber ajansları. Bundan iki yıl önce beni Malatya’da üç gün boyunca ağırlayan arkadaşımı aradım. Telefonu sürekli meşgul çalıyordu. Eşimle hiç değilse telefonla tanışsınlar diyerek eşinin telefonunu da kaydetmiştim telefonuma. Eşini aradım, onun telefonu tamamen kapalıydı. Defalarca defalarca aradım arkadaşımın telefonunu hiçbir surette ulaşamadım. Uzun bir uğraşıdan sonra ilk yıkılan evlerden birinin arkadaşımın oturduğu apartmanın olduğunu öğrendiğimde yıkıldım. Televizyon kanallarının yaptığı canlı yayınlarla arkadaşımın evinin olduğu bölgeyi ayrıntılı bir şekilde incelesem de kenti ayrıntılı tanımadığım için hiçbir ize rastlayamadım. Depremin üçüncü gününde televizyon yayınlarından arakadaşımın ve eşinin enkaz altında olduklarını ve kurtarma çalışmalarının devam ettiğini öğrenince çaresizliğim kat be kat artmaya başladı. Arkadaşım ve eşi enkaz altındayken sıcak yatağımda uyuyamazdım, eşimin ve çocuklarımın “Bu soğukta gidemezsin, gitsen de elinden bir şey gelmez, sen de yollarda donar ölürsün” demelerine aldırmadan hazırlanıp yola çıktım. Dört çeker arabamla -20 derece soğukta ve buz kaplı yollarda yaklaşık on üç saat süren bir yolculuktan sonra Malatya’ya ulaştım. Sora sora buldum arkadaşımla eşinin enkaz altında kaldıkları adresi.

Yoğun bir kalabalık vardı gittiğim adreste, büyük bir özveri ve titizlikle çalışan arama ve kurtarma ekiplerinin yanında, yardım ekiplerinin dağıttığı battaniyelere sarınarak enkazlardan çıkan ahşapları varillerde yakıp ısınmaya çalışırken enkaz altındaki sevdiklerinin sağ salim çıkartılmasını bekleyen ailelerin çaresizliğine tanıklık ettim. Yakınlarıyla tanıştım arkadaşımın, iki yıl önce Malatya’ya geldiğimi, beni üç gün boyunca Malatya’da gezdirdiğini, onu ölü de olsa son bir kez daha görmeye, onunla vedalaşmaya geldiğimi söyledim. Herkes kendi acısının derdine düşmüştü, hiç kimsenin umurunda değildim. Haksız da değillerdi. Boş boş kalabalık etmenin, çalışanların eline ayağına dolaşmanın sırası değildi. Umutsuzluk, çaresizlik, enkaz kaldırma çalışmalarının belirsizliği, konaklayacak bir yerin olmaması ve aşırı soğuk ikinci gün geri dönmeme neden oldu. Enkaz altından çıkartıldıklarında haber vermeleri için bir yakınına telefon numaramı verdim, etrafta görebildiğim tüm yakınlarına üzüntülerimi belirterek taziyelerimi sundum ve ayrıldım Malatya’dan. Kayseri’yi geçmiştim, bilmediğim bir numaradan arandım. Ağlıyordu karşımdaki, dayısıymış, yeğeni ile eşinin ölü bedenlerine ulaşıldığını, hemen doğduğu köye defnedeceklerini söyledi. Arabamı sakin bir yere çekip dakikalarca ağladım, keşke dört saat daha kalsaymışım diye döğündüm kendi kendime…

Aradan birkaç ay geçmiş, depremin acısı yavaş yavaş unutulmaya yüz tutmuştu.

Yeniden gitmeliydim Malatya’ya, o güzelim kentin binlerce kişiye mezar olan son halini bir kere daha görmeli arkadaşımı ve eşinin mezarlarını ziyaret edip mezarları başında onlar için rahmet dilemeliydim yüce yaradandan.

Bu sefer uçakla gittim. Gecenin saaat ikisinde ancak varabildik konaklayacağım otele. Resepsiyondaki delikanlıdan; otelin yeni olduğunu, depremde herhangi bir hasar görmediğini, daha sonra oluşan artçı depremlerden de etkilenmediğini, doluluk oranının %100 olduğunu öğrenince gönül rahatlığıyla çıktım odama.

Bir an önce sabah olmasını istiyor, altıncı kattaki odamın doğuya bakan penceresinden Malatya’nın son durumunu görmeyi çok merak ediyordum. Bir an için güneşin doğudan doğduğunu hesaba katmadım. Otelin etrafında yerleşim yerlerinin olmadığını düşünerek odada ısı, ışık ve ses yalıtımı gibi işlevsel özelliklerinin yanı sıra dekorasyonda da önemli bir unsur oluşturan tavandan zemine kadar uzanan küf yeşili Blackout (kalın) perdelerin kanatlarını kapatmadan yattım. Güneşin doğrudan odama girmesiyle sabahın erken saatlerinde uyandım, ilk işim pencereye çıkıp etrafı kolaçan etmek oldu. İnanamadım gördüklerime… Lavaboya geçip elimi yüzümü Malatya’nın buz gibi soğuk suyuyla yıkayıp gözümü iyice keskinleştirdikten sonra tekrar döndüm pencereye. Çorak bir toprak gibiydi yemyeşil Malatya…

Zaman geçirmemeliydim, hazırlanıp kahvaltımı yaptıktan sonra iki yıl önce gezdiren arkadaşım gibi beni Malatya’nın her yerini gezdirecek, beni arkadaşımın mezarlarının olduğu köye götürecek bir taksi ayarlamalıydım.

Açık büfeden kahvaltılıklarımı aldıktan sonra resepsiyon görevlisinin gönderdiği taksici geldi masaya. Tanıştık , Merdan’mış taksicinin adı. Orta yaşlarda, kısa boylu, güzel giyimli, spor yaptığı ve kendisine iyi baktığı her halinden anlaşılan Merdan’a kahve almak için ayağa kalktığımda:

“Zahmet etme, teşekkür ederim ağabey” dedi Merdan Malatyalı aksanıyla.

Gün boyu yapacağımız işleri konuştuk, alacağı parayı söyledi. Merdan’ın almak istediği para biraz fazla geldi.

“Gazteci misiniz Ağabey? Bu ara gazteciler çok geliyor Malatya’ya” dedi Merdan.

Gazeteci olmadığımı, iki yıl önce yine geldiğimi, o gelişimde beni çok sevdiğim bir arkadaşımın misafir ettiğini, onu depremde kaybettiğimi, onun anısına tekrar geldiğimi ve köyünde mezarını ziyaret edeceğimi söyledim. Sempatik ve oldukça konuşkan bir adamdı Merdan…

“Arkadaşını hangi köye gömmüşler ağabey?”

Köyünü söyledim arkadaşımın.

“Oooo! O doktordu, bütün Malatya ağladı onun ardından. Hazırdan iyi olmasın baba bir adamdı, onun üstüne doktor tanımadım. Benim safra kesemi ameliyat etti, üç günde kalkıp işe başladım, o zaman şeker fabrikasında çalışıyordum. Onun hatırına senden biraz daha almayayım, sağlığında bir iyiliğim dokunmadı rahmetliğe, bari böyle bir yardımım dokunsun” dedi Merdan. Ben hazırlanıp ininceye kadar kapıda bekleyeceğini söyledi ve kahvaltı salonundan ayrıldı.

Çok bekletmedim, hazırlanıp aşağıya indiğimde makam şoförü gibi sarı taksisinin sağ arka kapısında esas duruşta beklerken buldum Merdan’ı…

Sakın gün boyu böyle yapmayasın, biz arkadaşız, böyle yaparsan üzülürüm dedim ve ön koltuğa oturup kemerimi bağladım. Malatya’yı daha geniş bir açıdan görmek istiyordum.

“Bundan iki yıl önce Malatya’ya geldiğimde üç gün boyunca bir çok yeri gezmiştik.Beni Malatya’nın tarihi, turistik ve doğal güzellikleriyle dolu mekanlarını anlatarak gezdirmişti. Bir dahaki gelişinde de gezip görmediğimiz yerleri gezeriz demişti ama ne yazık ki böyle oldu” dedim Merdan’a…

“Ağabey madem eyle ilkin Yüzakı Bulvarı’ndan girek, oradan Bostanbaşını, ve Tecde’yi görürsünüz. Dönüşte Güngör Caddesi’nden Fahri Kayahan Bulvarı’na çıkak” dedi Merdan.

Az sonra, abartılı olmasa fotbol sahası büyüklüğünde diyebileceğim bir göbeğe geldik.

“Yüzakı Bulvarı burası” dedi Merdan.

Cadde boyunca sıralanmış yüksek katlı binalar son gördüğümden daha fazlaydı ama hepsi harabe ve üflesen yıkılacak durumdaydı.

“Dışarıdan gelen yabancılara karşı Malatya’nın yüzü ağarsın diye bu caddeye Yüzakı Bulvarı diyiler, deprem yüzlerini kara çıkardı, hepsi de çürük çıktı, yıkılanlar yıkıldı yıkılmayanlar da ağır hasarlı, yakında onları da yıkarlar. Belediye, yaptığından ya da caddenin adının Yüzakı olmasından utanmış olmalı ki daha fazla malamat olmadan buranın adını Altın Kayısı Bulvarı olarak değiştiriyiler.”

Bunlar ne hale gelmiş böyle, üflesen yıkılacak durumda dememe kalmadı lafı ağzımdan aldı Merdan gülümseyerek:

“Ağabey üfleme dedin de aklıma geldi. Geçenlerde sosyal medyada sen de görmüşsündür, Akçadağlının biri bir taş attı ağır hasarlı bina yıkıldı. Bizim burada Akçadağlılar taş atmalarıyla meşhurdur. Aynı durumda, hemde sokak aralarında üflesen yıkılacak olan apartmaların haddi hesabı yok” dedi taksici Merdan.

Güngör Caddesi’ne geldiğimizde:

“Buranın adına da Güngör Caddesi diyiler ama burada oturanların hiçbiri bir gün görmedi. Borçlanarak harçlanarak ev aldılar. Kanal Boyu’ndaki, Org.Mehmet Buyruk Caddesi’ndeki o güzelim evlerini dışarıdan gelen yabancılara yok pahasına satıp buralardan aldılar. Bu evler de onlara mezer oldu. Şimdi bir yandan evsizlikle, bir yandan da geride kalan borçlarıyla cebelleşiyilier.

Bu bölgede ağır hasarlı raporu verilen ev sahipleri nasıl olsa evlerimiz yıkılacak diyerek dişlerinden tırnaklarından artırarak aldıkları eşyalarını, kalorifer peteklerini, klimalarını, musluklarını, kombilerini, tavandaki avizelerine, zemindeki laminatlarına kadar çapulculara ucuz ucuz satıp evi çılbattılar. Ilk raporda ağır hasarlı görünen evler sonradan nasıl olduysa orta ya da hafif hasarlıya döndü, kaldılar mı cas cavlak ortada. Ara ki bulasın sattığın adamı? ” derken, içten içe de fırsatçılara kinleniyordu Merdan.

Fahri Kayahan Caddesi’ni tanıyamadım, iki yıl önceki cadde gitmiş, yerine bir başkası gelmişti. Hiç tanımadığım ve sadece iki yıl önce gördüğüm caddeyi bu halde görünce ağlamamak için öfkeme gem vurdum. Arkadaşıma ve eşine mezar olan evlerin olduğu arsaya geldiğimizde duygularıma yenik düştüm, Merdan’ın görmez tarafından sağ elimin baş parmağının sırtıyla gözümün yaşını sildim. Merdan da çok duygulandı oradan geçerken.

Çevre yolunda sol tarafı Elazığ istikametini sağ tarafa da şehir merkezini gösteren tabeladan şehir merkezi yönüne döndük. Sağ kolumuzun üzerinde güzel ve cadde boyunca uzayan bir park vardı. Parkın bitiminde ve sol taraftaki büyük yapıyı sordum Merdan’dan.

“Burası AVM ve otel” diye yanıtladı Merdan.

Sağlı sollu yıkılmış binaların ve boş arsaların önünden geçtik. Sol taraf öğretmen eviydi, buranın yeri çok önceleri cezaeviymiş, Kemal Tahir bu cezaevinde yatmış. Bu cadde sağlı sollu yedi sekiz katlı apartmanlarla doluydu, kimi depremde yıkıldı kimini de yeni yeni yıkıyılar”diye anlattı Merdan. Az sonra önümüze devasa bir meydan çıktı. Sağımızda kalan İsmet İnönü heykelinden tanıdım bu meydanı. Dimdik ayaktaydı İsmet İnönü’nün o heybet dolu heykeli. Meydanın sağındaki ve solundaki devasa binalar yıkılmış arsa halini almıştı. Hükümet konağını sordum Merdan’dan.

“Yakın zamanda yıktılar ağabey” dedi Merdan.

“Yenisi?” dedim.

“Ellerinde hazır hükümet konağı procesi vardır, getirir dikerler”

Haklısın Merdan, son zamanlarda moda oldu Anadolu Selçuklu Mimarisi diye dayattıkları ucube mimari anlayış dedim.

En çok da Teze Cami’yi merek ediyordum. Yıllardır birçok depreme direnen, yıllara meydan okuyan Teze Cami bu depreme direnememişti. Arkasındaki büyük otel, otelin sırtındaki Kasap Pazarı, Pamuk Han, Vakıf Han, Ayakkabıcılar Çarşısı, Bakırcı Pazarı tamamen yıkılmış; ne bakırcısı kalmıştı Malatya’nın ne kayısı ikram eden gani gönüllü esnafı, ne de oturma organını sağa sola dönerek kap kalaylayan kalaycısı… Merdivenlerinden eğile büküle çıkarak alçak tavanlı salonunda lezzetli kebabını yediğimiz esnaf lokantasının yerinde yeller esiyordu. Sadece Söğütlü Cami ayaktaydı, önündeki kuyumcular çarşısının bulunduğu ada da tamamen yıkılmıştı.

“Ağabey Kışla Caddesi’ni, Cezmi Gartay’ı, Cengiz Topel’i, Duran Emeksiz’i, Füzuli’yi ve Teyfik Temelli Caddesi’ni görsen yüreen parçalanır” dedikten sonra Söğütlü Cami’yi göstererek:

“Bu caminin de yıkılacağını diyiler,” dedi Merdan.

Saat neredeyse öğleden sonra ikiye geliyordu, acıkmıştık. Yemek yiyebileceğimiz bir yeri ve ardından da Beş Konaklar’ı, Ordu Evi’ni, Kanal Boyu’nu, Kernek Parkı’nı, önceki geldiğimde kaldığım oteli sordum Merdan’a.

Önceki geldiğimde kaldığım otelin depremde yıkıldığını ve altında birçok insanın kaldığını öğrenince çok üzüldüm ama kerpiçten yapılan Beş Konakların ufak tefek hasarları olsa da ayakta kalmış olmasına, tarihi dokunun korunmasına sevindim.

“Ağabey senin iki sene evel güzel yemekler yediğin yerler hep yıkıldı, öyle ağzıyın dadıynan yemek yiyecek yer de bulaman, oturup kafanı diyneyecek bir yer de bulaman. İnsan kalabalığı var, ama nereden geldi bu kadar kalabalık, ne yiyiler ne içiyiler ben de anlıyamadım. Tanımadığın bilmediğin insanlarla dolup daşıyı Malatya, kimsenin yüzü gülmüyü. Önümüz kışa döndükçe insanlardaki karamsarlık daha da artıyı. Çok aç değilsen otele dönek, köye giden yolumuzun üstünde otel, sen yemeğini yirsin ben beklerim. Oradan da köye mezer ziyaretine gider hava karağımadan dönerik.” diyen Merdan’a: Köye gidiş dönüşümüz kaç saat sürer dediğimde Merdan:

“Ağabey gidiş gelişimiz nerden baksan iki buçuk saat sürer, yetmiş kilometre ilçe, oradan on kilometre de köy çekiyi. Hatim indirecek deelsin ya, on dakkada da iki fatiha sıyırsan etti mi sana iki buçuk saat…Andana gerisin geri döner gelirik” diyerek hesap yaptı.

Merdan’a:

“Yolumuzun üzerinde bulabilirsek iki tane çam fidanı alalım, mezarlık servisi dedikleri cins…” dememe kalmadan söze atıldı Merdan, belli ki, gitmeye niyeti yoktu:

Ağabey buralarda senin dediğin ince uzun çamlardan bulamazık, o çamlar batıya mahsus, adamların mezerliklerı bile düzenli tertipli, bizde mezerliklerin adirefine tut ağacı dikiyiler, gelen geçen hayrına yesin diye, tutlar olduğunda yerlere dökülüyü, pislikten geçilmiyi, ayağının altı yapış yapış…! Ayıplanmayacağını bilseler ya da ilacı, bakırı, budaması, olmasa her mezerin başına bir de kayısı ağacı dikerler. Bence sen çam ağacından şimdilik vazgeç, bizim buralarda mezerler bir yıl sonra yapılır, sen şimdi çam diksen de mezer yapılırken onu söker atarlar bir işe yaramaz, yazık olur emeene masrafına. İyisi mi bekle, ölünün sene-i devriyesi gelsin, mezerler yapılsın o zaman gelir uygun yere dikersin çamını mamını, her ihtimale karşı yanında getir mezerlik servisi dediğin fidanları da…” dedi Merdan.

Köye gitmekte kararlı olmama rağmen Merdan’ın anlattıkları mantıklı geldi, mezar ziyaretini mezarların yapımından sonraya erteledim. Beni otele kadar getiren Merdan’a teşekkür ettim ve ücretini ödeyip belki bir daha lazım olur diye telefon numarasını kaydedip odama çekildim.

Günün yorgunluğunu atmak üzere ılık bir duş alıp restorana çıktım. Uçağım sabahın erken saatlerindeydi, fazla oyalanmamalıydım restoranda. Garson yemek siparişlerini alırken yemeğin yanında bir kadeh de şarap istedim. Garsonun tatırmak üzere getirdiği kırmızı kabarne şarabı yudumlarken arkamdan omuzuma dokunan bir elin varlığını hissettim. Döner dönmez Ankara’dan, okuldan tanıdığım arkadaşım Haluk’u gördüm. Uzun zamandır görüşmüyorduk, sarıldık kucaklaştık. Arkadaşıyla birlikte onlar da benim masama oturdular. Şehir plancısı, aynı zamanda da yatırımcı bir bakanlıkta yetkili daire başkanıydı Haluk. Yemek eşliğinde şaraplarımızı yudumlarken uçağımızın sabah erken saatlerde olmasına karşın geç saatlere kadar Malatya’yı konuştuk. Malatya’nın geleceği hakkında şahsi görüşlerini ve siyasilerin düşüncelerini anlattı. Şahsi görüşleriyle siyasilerin düşüncelerinin önemli ölçüde çeliştiğini ama neye mal olursa olsun görevde kaldığı sürece eski dokusunu korumak koşuluyla çalışma arkadaşlarıyla birlikte Malatya’yı en kısa sürede yeniden yapılandırarak daha modern ve yaşanabilir bir kent halinde getireceklerini söyledi Haluk…

“Azimli ve kararlı bir insansın, mesleki ve ahlaki ilkelerinden ödün vermeyeceğini düşünüyorum. Umarım bu kararlılılığınızla siyasilerin önüne koyduğu engelleri aşar, en kısa sürede Malatya’yı yaşanabilir bir kent haline getirirsiniz” dedim Haluk’a...

Fatih DULKADİROĞLU (26.Temmuz . 2023)

 

Yorumlar
Adınız
Yorumunuz onaylanmak üzere yöneticiye iletilmiştir.×
Dikkat! Suç teşkil edecek, yasadışı, tehditkar, rahatsız edici, hakaret ve küfür içeren, aşağılayıcı, küçük düşürücü, kaba, müstehcen, ahlaka aykırı, kişilik haklarına zarar verici ya da benzeri niteliklerde içeriklerden doğan her türlü mali, hukuki, cezai, idari sorumluluk içeriği gönderen Üye/Üyeler’e aittir.
Avatar
Ergül kurt 2023-07-29 10:15:41

Tsk birdaka o şehire geri yillar icerisinde edindiği kultürü getirile bilirmi bina yayılır