ALTIN
 2.104,05
DOLAR
 31,3822
STERLİN
39,7428
EURO
 34,0576

Hızla gelişen bilgisayar teknolojisiyle birlikte yaşamımıza giren, bilişim dünyasında aklımıza gelebilecek her konuda bilgi sahibi olan arama motoru Google’un son yıllarda yaşamımızı tamamen etkisi altına aldığının bilmem farkında mısınız?

Her alanın bilmişidir Mr. Google…

Havadaki nem oranından sudaki oksijene, gözünüzün seğirmesinden tırnağınızın üzerindeki beyaz lekeye kadar hemen hemen her konuda kafanıza takılan tüm soruları Mr. Google’a sorarsınız.

Hastalık ya da rutin kontrol amacıyla hastaneye giderek ilgili doktora şikayetlerinizi anlattığınızda; sizi beyaz örtülü muayene masasının üzerine yatırarak dinleyen doktor, şikayetinizle ilgili gerekli kontrolleri yaptıktan sonra yerine geçip, bir reprezantın sürekli elinin altında kalsın da ilacın adı hafızasına kazınsın diye hediye ettiği kalemini alıp, gerekli tetkikler için önündeki kağıdın birçok kutucuğuna çentik atmaya başladığında siz; aniden paniğe kapılır ve doktora fırsat tanımadan “ama” diye başlayan bir cümleyle, yıllarca dirsek çürütmüş, bulunduğu konuma gelinceye kadar nice badirelerden geçmiş doktorun karşısında bilgiçlik taslamaya, ona mesleğini anlatmaya başlarsınız.

Durumu kavrayan pratik zekalı doktor, “Size bütün bunları Mr. Goole’mu söyledi?” diye alaycı bir bakış atarken paraflayıp, önlüğünün cebinden çıkardığı kaşeyle tastiklediği kağıdı uzatır elinize. İşte tam da o anda Gerald Zaltman’ın “Sorular arkadaşımız, bazı sorular ise en iyi arkadaşımızdır.”dediği gibi hastanın veya hasta yakınının aklına peş peşe kuşku yüklü sorular takılmaya başlar.

Yakın zamanda, “Şifalı Nağmeler” isimli Türk Sanat Müziği konserine birlikte gittiğimiz çok sevdiğim bir dostum, konser arasında bana:

“Hıçkırık”diye bir film var, izledin mi bilmiyorum, izlemediysen izlemeni öneririm, internetten bulabilirsin” diyerek önermişti Mr. Google’u.

Konser sonrası eve döndüğümde doktorun gözüne pel pel bakan hasta gibi hıçkırığı sordum Mr. Google’a. Bilgisayarımın klavyesine “Hıçkırık” yazınca ekranda, Hülya Koçyiğit, Ediz Hun ve Kartal Tibet’in, Muzaffer Tema ile Nedret Güvenç’in çevirdikleri “Hıçkırık” isimli filmleri çıktı karşıma. Ekranda hıçkırıkla ilgili bir yığın yazı başlığı belirince bu güne kadar hiç aklımın kenarından dahi geçmeyen, şu bildiğimiz, hemen hemen hepimizin zaman zaman yaşadığı ve merak ettiğim hıçkırığı sordum Mr. Google’a yeniden... Mr.Google bana “Göğüs kafesini karın boşluğundan ayıran ve nefes almada önemli bir rol oynayan kas olan diyaframın istemsiz bir şekilde kasılmasıdır. Her kasılmanın ardından ses tellerinin aniden kapanması, ‘hık’ sesinin çıkmasıdır.” diye tarifliyordu hıçkırığı.

Aynı gece uykum gelmedi, dostumun konser arasında önerdiği Hint yapımı “Hıçkırık” isimli filmi buldum ve izledim bilgisayarımdan.

Filmin konusu: Doğuştan Turet (Tourette) Sendromu denilen hastalığa yakalanan bir çocuğun okul çağına geldiğinde özüründen dolayı on iki okuldan kovulduktan sonra ancak on üçüncü okulda okuyabilmesi; çocuğunun özründen utanan ya da çocuğunun bu sorunuyla baş edemeyen babanın eşinden ve çocuklarından ayrılarak ailesini terk etmesi; okuyup öğretmen olduğu halde birçok okula müracaat etmesine rağmen yine, “özürlü bir insan öğretmenlik yapamaz” denilerek okullara öğretmen olarak kabul edilmemesi ve nihayet ilkokulu okuduğu okula kabul edilerek o okulda da; nasıl olsa bu öğretmenden de bu çocuklardan da bir cacık olmaz denilerek okul idaresi tarafından kentin kenar mahallelerinde yaşayan çocukların aynı sınıfa toplandığı bir sınıfa öğretmen olarak verilmesi; bu sınıftaki çocukların ipe sapa gelmez alaycı davranışlarıyla mücadele ederek okul idaresi ve diğer öğretmenlerin “ne yapılırsa yapılsın başarılı olamazlar” dediği öğrencilerine, her türlü engele ve aşağılanmaya rağmen okul başarısı kazandırması anlatılmaktaydı.

Filmi izledikten sonra aklıma dayım geldi.

Dayım dedimse biyolojik dayım değil tabii…Yıllarca süren dostluğumuzla aramızdaki sevgi ve saygının günden güne pekiştiği, bir süredir ayrı ayrı kentlerde yaşıyor olsak da halen devam eden dostluğumuzla eşine ve kendisine büyük bir saygı duyduğum büyüğüm olan, şu an doksan birinci yaşının içindeki köy enstitüsü mezunu avukat dayımı anımsadım.

Çocukluk çağımda yaşlılar, “Allah kimseye aza noksanlığı vermesin” diye dua ederlerdi. Hatta babaannem “Aza” yerine “Aze” derdi. Hiç kimsenin organ yetersizliği gibi bir sağlık sorunu ile karşılaşmaması dileklerini ifade ediyordu yaşlı babaannemin insanlar için bu yakarışı.

İnsanlar, medikal aletler kullanmaya çoğunlukla kırklı yaşlardan sonra, gözlükle başlarlar. Dişleri saymazsak altmışlı yaşlardan sonra işitme cihazı, daha sonraları diz kapaklarında eklem ağrıları başladığında da baston girer devreye. Gözlük, baston ve kulaklık gibi ileri yaşlarda yaşam konforunu tamamlayan medikal cihazları kullananlar engelli olarak tanımlanmazlar.

Aza noksanlığının mutlaka hepsi zordur da, galiba en zorunun işitme kaybı olduğunu dayımdan biliyorum.

Benim burada asıl anlatmak istediğim konu: Dayımın işitme engelli olmasından çok yaşamdaki başarıları, ileri yaşına ve işitme engeline rağmen üretmeyi bırakmadan yaşama tutunmasıdır.

Dayım, kent merkezinden hayli uzakta; elektriği, yolu, suyu olmayan bir köyde doğup ilkokulu okuduktan sonra öğretmeninin de heveslendirmesiyle ta ki oraya gidinceye kadar nemenem bir okul olduğunu bilemediği “Köy Enstitüsü” adı verilen bir okula kaydını yaptırmalarını istemiş ailesinden.

Çevredekilerin, “Beşe kadar okudu, bundan sonra okumasına gerek yok. Okuyup da ne olacak? Köyde kalsın ineğe danaya, tarlaya tapana baksın; o okulda kızlı erkekli okuyorlarmış, böyle bir okulda okuyup da ahlâkı mı bozulsun!” türünden dedikodularına ve olumsuz görüşlerine aldırış etmeyen ailesinin desteği dayıma güç vermiş. Ağabeyinin refakatinde, saatlerce kâh at sırtında, kâh yürüyerek köylerine en yakın Sarsap Demiryolu İstasyonu’na, istasyondan da trenle kaydını yaptıracağı Akçadağ Köy Enstitüsü’ne giderek okula kaydını yaptırmışlar. Okul kaydının yapıldığı günden sonra farklı bir dünyada olduğunun ayırdına varan, gördükleri ve yaşadıkları karşısında dünyası aydınlanan, okulunda, köyde yayılan dedikoduların aksine bir yaşamın olduğunu içinde yaşayarak görmüş dayım. Öğrencilerin çağdaş bir eğitim sistemiyle eğitildiğine uygulamalarla tanıklık eden; eğitim öğretim süresince sağlam dostluklar, paylaşımcı arkadaşlıklar edinen dayım, okuduğu okul hakkında olumsuz dedikodular üreten köydeki insanlara inat okulunu süresinde ve başarıyla bitirerek öğretmenlik hakkını kazanmış.

Bu okulda edindiği arkadaşlık ve dostluk ilişkileri yıllar boyu sürmüş. En samimi arkadaşı da okula başladığının birinci haftasında kendisi gibi mahrumiyet ortamından gelen Garip olmuş.

Akçadağ Köy Enstitüsü’nü bitirdikten sonra doğdukları kentin, kendi doğdukları köyleri gibi yolsuz, susuz ve elektriksiz, gaz lambasıyla aydınlatılan köylerinden birine Garip atanmış, bir başkasına da dayım…

Mahrumiyet koşulları içerisinde yıllarca bekar olarak öğretmenlik yapmış. Köyün dışındaki okulun lojmanında yalnız yaşadığı dönemlerin ağır kış koşullarında korkudan uyuyamayarak geceler boyu uykusuz kaldığı günler olmuş.

Zorlu bir kış gecesinde, köyün biraz dışarısındaki lojmanında gecenin bir saatinde dangır dangır vurulan kapı sesine uyandığında hayli korkmuş. Bir yandan “Bu soğuk kış gecesinde köylük yerde ebenin hemşirenin kapısı çalınır da öğretmenin kapısı neden çalınsın ki?” diye düşünürken bir yandan da kendisini savunacak önlemler almanın derdine düşmüş. Köye gelirken ağabeyinin, “yanında bulunsun ne olur ne olmaz” diye verdiği ve sürekli yastığının altında sakladığı 7.65 tabancasına mermiyi sürerek dış kapıya yaklaştığında dışarıdan gelecek sese kulak vermeye başlamış. Uyandığında ışığı yakabilse dışarıdan kapıyı çalanlar, “uyandı” diyerek kapıyı vurmaya ara verecek, içeridekinin kapıyı açmasını bekleyecekler ve kapıyı amansızca çalmayacaklarmış. Biteviye vurulan kapının telaşından gaz lambasını yakmaya bile fırsatı olmamış. Şiddetli tipi, geceyi aydınlatan karın ışığını kırdığı için dışarıda göz gözü görmüyormuş. Yaradana sığınıp, “Ne olursa olsun artık!” diyerek açmış kapıyı. Köylere palan yapmaya gelen ve gecenin geç bir saatinde soğuktan donmak üzere olan gezgin palancıyı eşeğiyle birlikte karşısında görünce korkusu geçmiş, rahatlamış. Adam ve eşek donmak üzere, palancının uzun bıyıkları ve kaşları buz tutmuş vaziyetteymiş. Köye gidecek kadar güçleri kalmamış. “Öğretmen bey ocağına düştüm, öte köyden yola çıktığımızda hava daha kararmamıştı, altı gündür evinde kaldığım ev sahibi akşamın darında yola çıkma, sabah kalkar gidersin dedi, adama fazla yük olmayayım, hava kararana kadar köye varırım dedim. Tipi bastırdı aha şu boğazın ötesinde, yolumu kaybettim. Saatlerdir yol arıyorum, okulun karartısını görünce kurtulduk diye sevindim. Kendime acıdıysam adam değilim, aha şu eşeğe yandım. Hayvanın yorgunluktan kepeği kesildi, ölecek diye ödüm yarıldı, kulun kurbanın olam bizi içeri al” diye yalvaran palancıya acımış. Acımış acımasına ama palancı kendisinden çok eşeğininin barınmasını istiyormuş öğretmenden. Okulun zemini, tabii zemin kotundan dört basamak yukarıdaymış. Gecenin bu saatinde eşeği merdivenlerden içeriye nasıl alacaklarını düşünürken palancı:

“Öğretmen bey sen lambayı yakana kadar ben eşeğin yükünü çözer yükleri içeriye alırım. Yükünü çözdükten sonra da çılbak eşeği içeriye almada ne var? Hale yola gelir, laf söz dinler, tanırım ben malımı” demiş. Eşeğini, “Ho Çüş!, Ho Çüş!” diye diye merdivenlerden çıkarmış ve sınıfa sokmuş palancı. Sadece kendi yatağı olduğu, yedek bir yatağı olmadığı için gecenin bi yarısında davetsiz gelen konuğa palan yaptığı keçeyi sermişler betonun üzerine. “Odanın sıcaklığı iyi, sobada köz var, ben de az önce girmiştim yatağa, sen donacak derecede üşümüşsün, şimdi sobayı yeniden yakmayalım, sobayı yakarsak içerisi sıcak olur ve donmak üzere olan birine sıcak ortam iyi gelmez, kan damarların zarar görür, Allah muhafaza elin ayağın kangren olur” demiş.Bu bilgiyi köy enstitüsündeki öğretmenlerinden öğrenen dayım. Sınıfa aldığı eşeğiyle keçenin üzerinde yatırarak donmaktan kurtardığı palancıyı yaşamı boyunca unutamamış.

Birkaç yıl süren korku dolu gecelerden sonra yalnızlığını gidermek amacıyla amcasının kızıyla evlenmiş. Evlendikten sonra bir süre daha aynı köyde öğretmenlik yapış ve doğacak çocuklarının geleceğini düşünerek büyük bir kente yerleşmeye karar vermişler amca kızı Fatma’yla

Garip Hoca’yla (Garip Tunçer) birlikte istemişler tayinlerini. Ankara’nın Çankaya’sında gecekondu mahallelerinden birindeki bir ilkokula atamaları yapılınca çok sevinmişler. Bu mahallenin de yolsuz, susuz ve elektriksiz Anadolu köylerinden bir farkı olmasa da, yaşadıkları mahallenin zaman içerisinde Anadolu köylerine oranla daha kısa sürede mahrumiyetten kurtulabileceği umudu içerisinde sabırla beklemişler.

Biri kız, ikisi erkek olmak üzere birkaç yıl ara ile doğan üç çocuğunu okutabilmesi ve ailesini geçindirebilmesi için yeterli olmayan öğretmenlik maaşına katkı olsun diyerek yaşadığı gecekondu mahallesinde küçük çapta arsalar alıp satarak aile bütçesine az da olsa katkı sağlamaya çalışmış ve çocuklarını büyüterek onların iyi okullarda okumalarını sağlamışlar. Netekim Paşa’nın askeri darbesinden önceki kaos ortamından koruyup kolladığı iki oğlu tıp, kızı da mühendislik eğitimi almışlar.

Garip Hoca’nın ikisi erkek, ikisi kız olan çocukları da büyümüş, büyük oğlu tıp, küçük oğlu da hukuk okumuş.

Köy enstititüsünde kurdukları dostluklarını birbirlerine “dünür” olmak suretiyle daha da pekiştirmişler. Garip Hoca’nın doktor oğluyla dayımın elektrik mühendisi olan kızını evlendirmişler. İki can dostun yıllar süren dostlukları bu evlilikle taçlanmış. Seksen yılı aşkın bir süreden beri devam eden ve aralarında en küçük bir kırılganlık dahi yaşanmayan bu dostluk ilişkisi takdire değer, örnek bir ilişki olarak gösterilir.

Ankara’da yaşıyor olmanın olanaklarını iyi değerlendirmek isteyen dayım, bir yandan öğretmenlik yaparken öte yandan da dışarıdan hukuk okumaya karar vermiş. Öğretmenlik yaparken Ankara Üniversitesi Hukuk Fakültesi’ni de dışarıdan bitirip avukatlık cübbesini giydikten sonra öğretmenlikten ayrılarak Doğu Karadeniz’in bir sahil kentindeki kamu kurumlarının birinde önceleri avukat, daha sonraları da hukuk müşaviri olarak görev yapmaya başlamış. Oğulları uzmanlıklarını bitirip elleri ekmeğe kavuşmaya başlayınca, dayımla emmisi gızı Fatma’nın başkentte kalma nedenleri de ortadan kalkmış ve doğdukları, çocukluk/ergenlik yıllarını yaşadıkları kente dönmeye karar vermişler.

Yeni bir yaşam başlamış dayım ve sevgili eşi için…

Serbest avukatlık bürosu açarak avukatlığa başlayan dayımın, avukatlık mesleğinde şansı yaver gitmeye başlamış. Avukatlığa başladığı yıllarda ilk öğretmenlik yaptığı, bir kış gecesi palancıyla eşeğini konuk ettiği köyün arazisine baraj yapma kararı almış devlet. Köylünün ilk gördüğü öğretmen, kendilerine birçok şey öğreten, çocuklarını okutan, onlara eğitim veren öğretmen, avukat olup kente dönünce “kargadan başka kuş tanımayız, bizim hukukumuzu bu öğretmenden başkası koruyamaz” demiş köylüler. Baraj havzasında kalacak arazilerinin gerçek değerinde istimlak edilip yasal haklarının korunması için çevre köylülerle birlikte akın akın vekaletler vermeye başlamışlar dayıma…

O dönemlerde avukatın itibarı dosya sayısına göre belirlenirmiş, baraj davaları nedeniyle dosya sayısı kabaran dayımın, kentteki popülaritesi yükselmeye başlayınca başka başka dava dosyaları da gelmeye başlamış. Tuttuğunu koparan, idamlığı ipten alan bir avukat olarak tanınmaya başlayan dayım, Netekim Paşa’nın darbesinden önce kentte anarşinin yarattığı kaos ortamından zarar gören, darbeden sonra da darbeciler tarafından mağdur edilen, haksız yere etiketlenen, düşüncesinden dolayı işinden gücünden edilen, hapislere atılan sosyal demokrat insanların ve solcu gençlerin yasal haklarını hukuk önünde aramaya başlamış.

Yıldızının parladığı bu dönemde kıyısından kenarından siyasete girmeye çalışsa da, her nedense bu konuda başarılı olamamış.

Bir sabah duruşma için vilayet binası içerisindeki adliyeye gittiğinde vilayet binasının önündeki kentin sembolü ve Gazi Mustafa Kemal Atatürk’ten sonraki ikinci Cumhurbaşkanı olan İsmet İnönü Heykeli’nin hemen yakınına o gece çelik profil yığınlarının indirildiğini görmüş. Öğretmenlikten gelen araştırma ve sorumluluk bilinciyle sorup soruşturmuş o demir yığının neden orada olduğunu…Kentin en gözde meydanının tam ortasına, hem de valilik kararıyla dünyaca ünlü bir Amerikan firmasının Fast Food mağazası açacağı cevabını aldığında şaşkına dönen dayım, “Olamaz böyle bir şey! Kentin sembolü, İkinci Cumhurbaşkanı İsmet İnönü’nün bulunduğu kent merkezinin en gözde meydanı emperyalist Amerika’nın tüketim çılgınlığını körükleyen bir anlayışa terkedilemeyeceği gibi böylesine uyduruk bir yapıyla İsmet İnönü Heykeli gölgede bırakılamaz!” diyerek hemen yürütmenin durdurulması için valilik aleyhine dava açmış. Basın toplantıları yaparak kamuoyu oluşturmaya başlamış. Dayımın çabaları ve kamuoyu baskısıyla karar veren mahkeme, çok geçmeden “Yürütmenin Durdurulması” kararını da vererek dünyaca ünlü Amerikan firmasının mağazalar zincirinden birinin yapmaya çalıştığı çelik binanın yapımı engellenmiş.

Bu olay yaşandıktan sonra, aradan uzun bir süre geçmesine karşın ve de son yıllarda ülke genelinde yayılan avm furyası başlayıncaya kadar ünlü Amerikan firması o kente girememiştir.

Ellili yaşlarının sonuna doğru yakından tanımaya başladığım dayım, altmışlı yaşlara geldiğinde avukatlıktan kazandıklarıyla hatırı sayılır bir varlığa ulaşmıştı ulaşmasına ama yaş ilerledikçe yavaş yavaş sağlık sorunları baş göstermeye başlamıştı. Sağlık sorunlarını, maddi olanakları ve iki oğluyla çok değer verdiği ve oğullarından ayıramayacak derecede sevdiği Garip Hoca’nın oğlu damadının doktor olmasının sağladığı avantajlar ve sağlam iradesiyle yenmeyi başaran dayım, artık mesleki doyuma da ulaşmış sayılırdı. İç organlarından ve kalbinden kaynaklanan sağlık sorunlarını yenmişti yenmesine ama bu defa da yaşlılığa bağlı işitme kaybı tebelleş olmuştu. Alanında en iyi profesörlere muayene olmasına, en kaliteli işitme cihazları almasına rağmen başından bir türlü defedememişti işitme sorununu.

Dayım, toplum içerisine girmeyi, bulunduğu ortamlarda çevresindekilerle güncel konularla ilgili görüş alışverişinde bulunmayı, müvekillerinin özel bilgilerini faş etmeden mesleki deneyimlerini anlatmayı, okuduğu kitaplardan alıntılar yaparak onları bilgiçlik taslamadan, tevazuyla çevresindekilerle paylaşmayı çok severdi.

Son zamanlarda, işitme kaybı nedeniyle, karşısındakinin de duymayacağını düşünerek yüksek sesle konuştuğu için çevresindekileri rahatsız etmiş olmasından rahatsızlık duymaya başladı. Bu nedenle mümkün olduğunca toplum içerisine girmek istemeyen ve istemeyerek de olsa yalnızlaşmayı tercih eden dayım, her hangi bir etkinlikte ya da birkaç kişilik aile toplantılarında geçen konuşmaları net duyamaması nedeniyle bazen sohbete katılamaz, sohbete katılamadığı için üzülse de üzüntüsünü belli etmemeye çalışırdı. Toplumdaki konuşmaların veya gülüşmelerin kendisiyle ilgili olduğunu düşünerek alınganlık gösterdiği zamanlar da olmaz değildi. Telefonda karşısındakinin, aralarındaki ilişkiye göre kendisini niçin aradığını az çok tahmin eder; karşısındakini duymadığı, duysa da anlamadığı için o konuyla ilgili aklından geçenleri bir çırpıda söyler ve kapatır telefonunu. Televizyonun sesini olabildiğince yükselttiği için sık sık alt ve üst komşuların şikayetlerine maruz kalırlardı ailece. Daha da kötüsü, kendisine en kaliteli işitme cihazı alındığı halde ya takmayı unutur ya da “cızırtı” yapıyor diyerek kullanmak istemezdi işitme cihazını…Kim bilir belki, işitme cihazı takmayı onuruna yedirememiş de olabilirdi. Bütün bunlara karşın çok değer verdiği yetmiş yıllık eşinin kadife yumuşaklığındaki sesini rahatlıkla duyar, onun konuşmalarını duyuyor olması, onunla ince ince sohbet etmesi çok şaşırtırdı çocuklarını ve yakın dostlarını.

Sık sık bir araya gelirdik dayımla, tavla oynamayı ve iskambil oyunlarından iki deste kağıtla oynanan, adına bazı bölgelerde “konken” bazı bölgelerde de “seksenbir” denen oyunu çok seven dayımla oyuna ciddiyet katsın diyerek aile arasında ve sembolik miktarlarda parasına oyunlar oynar, zaman geçirirdik. Yenilmeye gelemez, yenildiğinde suratı düşer, kaybettiği paranın geri verilmesini beklerdi.Yenildiğinde çok sinirlendiği gibi yendiğinde de olabildiğince böbürlenir, havasından geçilmezdi. Oyun masasında ve yemek masasında konuşulanları net duyamadığı için masada fısır fısır konuşmalara sinirlenir, toplu yemeklerde yemek masasında herkesi duyabileceği, ortalarda bir yerde oturmayı tercih eder, yemeğin sonunda masadakilere yemeğin amacına uygun konuşma yapmayı, fotoğraf çektirmeyi ve o ortamda konuk olarak bulunuyorsa ev sahibine, kendisi ev sahibiyse o ortamda bulunan konuklarına teşekkür etmeyi ihmal etmezdi.

Oyun masasında da konuşulanları net duyamadığı zaman diğer oyuncuların kendi üzerine oynadıkları zannıyla sinirlenip, elindeki kağıtları masaya fırlatarak oyunu sabote ettiğine, az sonra da yaptığının yanlış olduğunu veya oyun da olmazsa zamanın nasıl geçeceğini düşünüp ya da dayımın bu ani çıkışına üzülen Fatma Abla’nın. “Ayıp ama Tosun Paşaaa!”demesinden sonra yeniden oyunu başlattığına rastlanırdı. Kaybettiği parayı geri alıncaya kadar masumlaşır, parayı aldıktan sonra da oyun bilgiçliği taslamaktan ve “Ben bu oyunu oynarım oynamasına da bu defa kağıdım gelmedi…!” diye kendince bahaneler uydurup oyun masasındakileri kızdırmaktan geri durmazdı.

Oyuna başlayacağımız bir gün, kağıtları kararken “Size iskambil kağıdının hikayesini anlatayım mı?” demiş ve “İskambil kağıtları elli iki adettir, elli iki sayısı bir yıldaki hafta sayısını temsil eder. İskambil kağıtlarında sinek, maça, karo ve kupa olmak üzere on üçer kağıtlık gruplar da her mevsimde on üç hafta olduğu için dört mevsimi temsil eder. Sayıları birden on üçe kadar topladığınızda toplam sayı doksan bir, dörtle çarptığınızda üç yüz altmış dört eder, bu sayı bir yıldaki gün sayısıdır. Jokerler de dört yılda bir artan gün sayısının sembolüdür. Başka ayrıntılar da var ama şimdi sırası değil, vakit geçirmeyelim, hele oyunumuza başlayalım. Bir başka gün de size tavla ve satranç oyununun hikayesini anlatırım.” diyerek tane tane anlatmıştı iskambil kağıtlarının hikayesini. Geniş bir genel kültüre sahip olan dayım, bildiklerini ve okuduklarını yerine ve ortamına göre paylaşmaktan, güncel siyaseti tartışmaktan hayli zevk alırdı.

Uyumlu, temiz ve kaliteli giyinirdi. Ulusal günlerde ve anma günlerinde günün önemine uygun giyinir, kıyafetine ve mevsime uygun fötr şapkasını başından, Atatürk rozetini de ceketinin yakasından eksik etmezdi. Köyde yaşadıkları ve henüz ilkokula başlamadığı soğuk bir kış günü, şehirden at sırtında gelen bir akrabalarının evlerine gelip elindeki Mustafa Kemal Atatürk’ün fotoğrafını göstererek “Bugün Mustafa Kemal Paşa ölmüş, şehir kan ağlıyor” demişti. Bu haber üzerine evdeki büyüklerinin ağladığını gören, onlarla birlikte ağlamaya başlayan dayım için işte o gün başlamıştı o ana kadar tanımadığı ve çocuk yaşta gıyabında ağladığı Mustafa Kemal Atatürk’e olan hayranlığı.

Mustafa Kemal Atatürk’e olan hayranlığı ve gönülden bağlılığı, yaşama dair deneyimi ve hemen hemen her konuda derin kültürü, kıyafeti, duruşu ve etkili hitabetiyle bulunduğu ortamlarda saygınlığını hissettirir, belleğinde sakladığı uzun uzun şiirleri hiç tökezlemeden ezbere okur, şiirin bitiminde alkışlanmaktan büyük bir haz duyardı.

Seksenli yaşlarına merdiven dayadığında, olabildiğince berrak bir bilince sahip olan dayım, “yazmak bir nevi terapidir” diyerek odasına kapanarak büyük bir azim ve kararlılıkla kitap yazmaya başladı. Avukatlık yaptığı dönemlerde, gözü gibi koruduğu “Olivetti” marka daktilosunu çok iyi kullanırdı, ama bu meret bilgisayar, emektar daktilosu Olivetti gibi değildi. Klavye aynı klavyeydi, “Q” klavyeydi ama gel gör ki ne kolu vardı caaarrrrt diye geri çekecek, ne de siyahlı kırmızılı şeridi vardı tıııırrrtt diye gerisin geri şerit makarasını saracak. Bilgisayarda bir tek tuşa yanlış basması tüm emeğini bir çırpıda alıp götürebilirdi. Emeğine mi yanacak, kaybettiği zamanına mı yanacaktı dayım? Her şey göründüğü gibi değildi.

George Orwell Hayvan Çiftliği isimli kitabında:

“Her şey göründüğü gibi olsaydı, eline aldığın deniz suyu mavi olurdu.” demiyor muydu? Bilgisayardan daha pratik olur, aklıma geldiği zaman, her nerede olursam orada Mr. Google’dan yardım da alabilirim diyerek eski telefonunun yerine, “Bu yaştan sonra akıllı telefonu ne yapacaksın?” diyen çocuklarına inat fotoğraf makinesinin çözünürlüğü yüksek fotoğraf çekme özelliği bulunan akıllı bir cep telefonu aldı. Ara ara akıllı telefonu kullanmakta zorlansa, akıllı telefonun tuşlarına yanlışlıkla bastığı, telefon defterinde kayıtlı kişileri olur olmaz zamanlarda yanlışlıkla çaldırmış olsa da çok dert etmiyor, çoğunlukla fotoğraf çekmek için kullanıyordu akıllı telefonunu. Arada bir fotoğrafını çeken torunlarına:

“Bakayım nasıl çıkmış” diyerek çektirdiği fotoğrafı kontrol ediyor, memnun kalmışsa “İyi, kalsın” memnun olmadığı fotoğraf için de gülerek, “sil bunu güzel çıkmamış”diyerek, sildiriyordu çekilen fotoğrafı.

Hayatta hiçbir şeye üzülmedi çok sevdiği okyanus mavisi “Mazda” marka arabasının satılmasına üzüldüğü kadar. Çocukları, “Artık yaşlandın, reflekslerin yavaşladı, ışıklarda renkleri ayırt edemiyor yeşille sarıyı karıştırıyorsun, trafikte dikkatin dağılıyor, bu yaştan sonra araba kullanman sıkıntı yaratır.” diye diye arabadan soğuttular ve sattırdılar çok sevdiği arabasını. Kaldı ki, araba bir özgürlüktü, araba bir sırdaştı dayım için, onunla paylaşmıştı uzun yola giderken yalnızlıklarını; alışverişi çok seven, seyahate çıktığı yerlerde alışveriş etmeden dönmeyen dayımı, “artık yaşlanıyoruz, yeterinden çok kıyafetimiz var hele onlar eskisin, yaşlandık artık hazırda olanları nasıl eskiteceğiz, gereksiz yere kıyafet alıyorsun” diye eleştiren çok sevdiği karısı Fatma Hanım’ın gönlünü edip aldıklarına razı edinceye kadar okyanus mavisi Mazda’nın bagajında saklardı Fatma Hanım’dan gizli ve severek aldığı ayakkabı, kazak ya da gömleğini… Arabasının içinde her yerden daha özgür hissediyordu kendisini; yeri geliyor gençliğini anımsayıp basıyordu gaza olabildiğince, yeri geliyor sakin sakin ilerlerken yanlış yapan bir sürücüye ağzının dolusunca küfürler edebiliyordu seyreden trafik içerisinde. Araba sürmekten yoksun bırakılan bir yaşlıyla suçsuz yere bileklerine ters kelepçe takılan biri arasında hiçbir fark görmüyordu, ikisi de suçsuz bir insanın özgürlüğünün kısıtlanmasıydı dayım için. Araba kullanırken bir iki kazası olmuştu olmasına ama biri hariç hepsinde de karşı taraf suçluydu, o kaza da dalgınlığına gelmişti dayımın. Yoksa kaza yapacak adam mıydı dayım…

Kitap hazırlığı için kapandı odasına. Çalışma odasının iki kör duvarını marangoz Askar’a özenle yaptırdığı kitaplığındaki, tamamına yakınını okuduğu kitaplardan aldığı notları A4 kağıtlarına tükenmez kalemle israf olmasın diye arkalı önlü yazmaya; yazdığı konularla ilgili fotoğrafları, gerek evdeki albümlerden, gerekse okuduğu kitaplardan, akıllı telefonuyla yeniden fotoğraflayarak numaralandırmaya başladı. Günlerce çalışarak hazırladığı el yazması notlarını çevresindeki gençlerden yardım alarak bilgisayar ortamına aktarttı. Her şeyin ilki zordur derler ya, ilk kitabında kendi yaşamını ve doğup büyüdüğü köyünü anlatacak olmasına rağmen seksen yıllık yaşam yormamış, göz açıp kapayıncaya kadar geçen seksen yıllık yaşamı kitaplaştırmak hayli yormuştu dayımı. Sonuçta basıldı dayımın ilk kitabı. Raflara dizilmedi, sevgilerini ve saygılarını belirterek imzaladığı kitaplarını dost, arkadaş ve sevdiklerine elden dağıttı.

Bir yandan kitap hazırlığı yaparken öte yandan da gazete ve televizyonlardan günlük sosyal, siyasal ve kültürel gelişmeleri takip ederek, sorumluluk sahibi duyarlı bir yurttaş olarak aykırı bulduğu konularda el yazısıyla çizgili beyaz kağıtlara mektuplar yazmaya, onları özenle zarflayıp muhatabına ulaştırmaya çalıştı. İlerleyen yaşına rağmen mektubunun muhatabına gittiğinden emin olmak için postaneye bizzat kendisi gidiyor, mektuplarını iadeli taahhütlü göndermek için gişe kuyruğunda beklemeye erinmiyor, yüksünmüyor, posta memurunun mühürleyip verdiği iadeli taahhütlü belgeleri dosyalamaktan da ayrı bir zevk duyuyordu. Askeri ve sivil devlet büyüklerine, siyasi parti temsilcilerine, baro başkanlarına, üniversite rektörlerine, yargı mensuplarına ve sivil toplum örgütü temsilcilerine yazdığı iki yüze yakın mektubunu toplamıştı ikinci kitabında. Bu mektuplarının bir kısmında övgüler diziyor, bir kısmında da nezaket çerçevesinde kınamalar ve yergiler sıralıyordu muhataplarına.

İkinci deneyiminden sonra ustalaşmaya başlayan dayım, artık “Mustafa Kemal Atatürk’ü yazmanın zamanı geldi” diyerek koyuldu kitap yazma işine; daha beş yaşındayken öldü diye kime ağladığını bilmeden hüngür hüngür ağladığı, hakkında yüzlerce kitap okuduğu Mustafa Kemal Atatürk’ü yazmaya başladı. Dayım için büyük bir sorumluluktu hakkında binlerce kitap yazılan Mustafa Kemal Atatürk’ü yeniden yazmak. Etraftan, “Mustafa Kemal Atatürk hakkında sayısız kitap yayımlandı, bu iş büyük bir sorumluluk gerektiren bir iş” diyenlere aldırmadan o sorumluluğun altına girdi, yüzlerce kitaptan derlediği notlarla yaklaşık iki yıllık bir emek sonucu üçüncü kitabını da bastırdı. Bu kitabının baş sayfalarına koyduğu “O Kim” isimli şiirinin sonu “Kısaca Atatürk, Allah’ın Türk Milletine verdiği bir Lütuftur!” diye bitiriyordu.

Seksen dokuz yaşına bastığında köy enstitülerini yazmaya başladı. Okuduğu köy enstitüsündeki öğrencilik yıllarındaki yaşamını, zamanın siyasilerinin köy enstitülerine bakışını ve kapatılma nedenlerini yazdı dördüncü kitabında…Her yıl, Köy Enstitülerinin Kuruluş Yıl Dönümü için yapılan etkinliklere katılmaktan geri durmadı, öyle bir okulun öğrencisi olmaktan duyduğu gururu ve onuru paylaştı salon toplantılarında.

“İlk Çağlardan Günümüze Kadın Sorunları” isimli beşinci kitabını basım için matbaaya gönderdiği günlerde çok değer verdiği eşi, çocukları, torunları, gelinleri, damadı ve yakın dostlarıyla birlikte doksanıncı yaşını kutluyordu.

Bu yazıda; doğuştan Turet (Touret) Sendromuna yakalanan Naina ile, yaşlılığa bağlı olarak işitme duyusunu kısmen kaybeden dayımı, azim ve kararlılıkları, yaşama tutunmaları ve başarıları yönünden topluma örnek olarak vermektir amacım.

Başarılı kadın oyuncu Rani Mukarji’nin Ms.Naina adıyla oynadığı “Hıçkırık” filminde Naina’nın azim ve kararlılığı, Turet (Tourette) Sendromuna ve çevresindeki baskılara aldırış etmeden ortaya koyduğu başarısı taktire değerdi.

Dayımın da ilerleyen yaşına rağmen kendisini yaşlılık sendromuna kaptırmadan; kimi emsalleri gibi evde oturarak ve bedenini ele geçirmeye çaba gösteren, sessizce ve kahpece gelen yaşlılığa aldırış etmeden her gün şık giyinmesi, toplum içerisindeki saygınlığını koruması, yaşamdan kopmadan okuması, yaşadıklarını ve öğrendiklerini yazarak ölümsüzleştirmesi, seksenli yaşlarından sonra kitap yazmaya başlayarak doksanıncı yaşında beşinci kitabını bastırmış olması taktire değer, örnek alınası bir davranıştır.

Beni bir gün evine, sabah kahvesine davet etmişti. Aramızda hayli yaş farkı olmasına rağmen güler yüzlü, kadife sesli saygıdeğer eşiyle birlikte ve büyük bir mutlulukla kapıda karşıladıktan sonra, geniş mutfaklarının güneş alan yemek bölümündeki yemek dışında çalışma masası olarak kullandıkları sekiz kişilik bembeyaz örtülü yemek masasına davet ettiler. Masanın üzeri kitaplar, yazıp karaladığı ve yazmakta olduğu kağıtlarla doluydu. Karşısında oturup göz göze sohbet etmem gerekirken konuştuklarımı daha rahat duyabilmesi için sol yanındaki sandalyeye oturdum. Benim için yorulmasını istemediğim sevgili eşine kahve içmek istemediğimi ısrarla söylememe rağmen yanında bitter çikolatasıyla birlikte gelen sade kahvelerimizi içerken masanın üzerindeki dağınıklığı ve yazdıklarını göstererek “Yine neler yazıyorsun? Seksen yaşından sonra ve birkaç yıl içerisinde beş kitap yazdın, bu başarının, bu azmin sırrı ne?” dediğimde, sağ elinden bırakmadığı “Montblanc” marka mavi yazan siyah tükenmez kalemini sağ üst köşelerinden numaraladığı kağıt yığınının üzerine atar gibi bıraktı, kahvenin yanında gelen kesme cam bardaktaki sudan bir yudum aldıktan sonra sol elini omuzuma koyarak gülümsedi ve hafiften bana doğru dönerek:

“Bir sırrım yok evlat!” dedi kahvesini yudumlarken.

Her zaman kelimelerini seçerek konuştuğu için sorduğum soru karşısında beş ya da on saniye sessiz kalıp damağına bulaşan kahve telvesini yuttuktan sonra:

“Tek gereken şey sıkı çalışmak ve asla pes etmemenizi sağlayacak kadar cesur ve kuvvetli olmaktır.Azim ve kararlılıkla hareket ettiğin sürece kaç yaşında olursan ol üstesinden gelemeyeceğin bir şey yoktur.” dediğinde, yıllardır toparlamaya çalıştığım kitabımı bitirememiş olmanın utancından olsa gerek, bu defa da benim boğazımda bir hıçkırık düğümlendi.

Tutku derecesinde hayranı olduğu Mustafa Kemal Atatürk’ün kurarak ulusumuza armağan ettiği Cumhuriyetin 100. Yılını kutlamaya hazırlanan ülke 6 Şubat sabahı saat 04.17 de meydana gelen depremle uyandı o kara güne.

İki yaşlı insan bitişik komşularının yardımıyla çıkarıldılar hasar gören evlerinden. Depremin sadece kendi evlerinde olduğunu, kendileri dışında herkesin sabah uykusunu uyuduğunu sanıyorlardı. Pijamayla, gecelikle sokağa fırladıkları için Şubat ayının sabah ayazına sırtlarına sardıkları battaniyelerle direnmeye çalışan iki yaşlı insanın gözleri kapıdaydı. Sevgili kızları Güllü ile çok sevdikleri damatları Ekrem gelip onları bu kaostan kurtarıp, sıcak evlerine götüreceklerdi. “Ekrem’le Güllü bu kadar gecikmezlerdi, duymadılar mı başımıza geleni, nerde kaldı bunlar?” diye sabırsızlanan Fatma Abla’nın aksine işin boyutunun sanıldığından daha büyük olduğunu kavrayan dayım, sessizliğe sığınmış, umudunu yitirmeden beklemeye koyulmuştu kızıyla damadını. Depremin üstünden saatler geçti, gün ağardı, ortalık toz dumandı. Ağlayanlar, sızlayanlar, soğuktan üşüdüğü için bir an önce sıcak yuvalarına girmek için sabırsızlananlar yavaş yavaş umutlarını yitirmeye başladılar. Yaşananları ve bundan sonra yaşanacakları büyük bir çaresizlik içerisinde gözlemeye başladılar.

Aradım dayımı, binlerce fotoğrafı depolayan akıllı telefonu kapalıydı. Fatma Abla’ya ulaşmaya çalıştım, o da evde unutmuştu telefonunu. Yan komşusu Gültünay’a ulaştım. Gültünay da çaresizlik içindeydi, “Yanımda Fatma Teyze, vereyim konuşun” dedi. Telefonu aldığında sesimden tanıdı, “Çok şükür iyiyiz, Gülü’yle Ekrem’i bekliyoruz,” dedi Güllü ile Ekrem’in betonarme kirişlerin altında ezilmiş olabileceklerini aklının ucuna bile getirmeden. Saatler ilerledikçe işin vehameti görülmeye başladı. Herkes bir telaş içerisindeydi, bir yandan yaşadıkları travmanın şokunu atlatmaya çalışırlarken, bir yandan da sağ oldukları bilgisini vermeye çalışıyorlardı yakınlarına ve sevenlerine…Sevim ve Kemal yetişti umut içerisinde çocuklarını bekleyen iki yaşlı insana. “Çok şükür biz iyiyiz, acıyan yer ayrı, acıkan yer ayrı, gelin biraz dinlenin” diyerek evlerini açtılar. Saatler sonra sıcak bir çorba girdi boğazlarına, ısındılar, peş peşe gelen artçı depremlere ilgisiz kalmaları olanaksızdı, depremin fırsat tanıdığı ölçüde koltukta kanepede gözlerini dinlendirmeye, uyumaya çalıştılar. Kabus dolu o gün geçti, ertesi gün de geçti, bir gün daha, bir gün daha derken yedi gün geçti, yüzlerce ton enkaz kaldırıldı da Güllü ve Ekrem’den ses çıkmadı. Enkazdan çıkan odunları varillerde yakarak ısınma çalışırken yakınlarının enkazdan çıkarılmasını bekleyenler, yakınlarının sağ çıkma ihtimalini akıllarından silmişler, hiç değilse kepçenin tırnakları parçalamadan çıkarsa diye gözlerini kırpmadan kepçenin tırnaklarına bakarak dua etmeye başlamışlardı. Yedinci günde ulaşıldı Ekrem ve Güllü’nün cansız bedenlerine. Yataktan çıkmalarına bile fırsat vermemişti seksen saniye süren ilk deprem. Çocukluk yılları dahil yaşamlarının hiçbir gününü ayrı yaşamamış olan bu iki güzel insan, ölüme de el ele gittiler. Yan yana gömüldüler Arguvan’ın güzel köyü Kızık’ta…

Bu acı dayanılacak bir acı değildi, Ekrem’in babası Garip Amca, Güllü’nün babası Mustafa Dayım ve Fatma Abla’nın yüreklerine düşen kor ateş yakıp kavuruyordu bu üç yaşlı insanı. Ekrem’in annesi Zeynep Teyze bunlara göre daha şanslı sayılırdı, biricik evladı Ekrem’in acısını yaşamadan, beş ya da altı ay önce göçüp gitmişti bu dünyadan.

Garip Amca’yı kızları, Dayımla Fatma Abla’yı da oğulları götürdüler yanlarına. Sık sık görüşürüm Garip Amca ile, her konuşmamızın sonunda “Allah düşmanıma bile evlat acısı göstermesin” diyerek bitirir konuşmasını. Bir keresinde hastalığından ve hastanelerden konu açıldı, hastanelerin ilgisizliğinden yakındı. “Sahipsiz olduğunda, seninle ilgilenecek biri olmadığı zaman hastanelerden sağlık hizmeti almak çok zor” dediğimde ölümünden önce anne babasının annesi ve babası olan doktor oğlu Ekrem’den bahsederek “Benim sahibim Ekrem’di, Ekrem’im de gitti” demişti.

Uygun bir zaman yaratıp İstanbul’a, dayımın ve Fatma Abla’nın günübirlik ziyaretine gittik eşimle. Aile bireyleri tarfından güzel karşılandık. Fatma Abla daha da sakinleşmişti ama dayım geleceğimizi bilmesine ve öğlen olmasına rağmen ortalıklarda görünmüyordu. Herkes meraklandı, “Bu zamana kadar uyumaz” dedi Fatma Abla. “Uyku ilacı alıyor, uyuyabilir, dedi etraftakiler. “Ben bilirim Tosun Paşa’mı, bu kadar uyumaz, hele de Fatih Bey için uyumaz” dedi, direndi Tosun Paşa’sını uyandırmak için. Yarı uyanık yarı uykulu bir halde yanımıza gelen dayım, göz kapaklarını kaldıramayacak ölçüde bitkindi. Bir ara gözlerini açtığına karnındaki bir bölgeyi göstererek “Aha buram yanıyor, arada bir olurdu, Ekrem bir ilaç verir hemen ağrım geçerdi” dedi ve tekrar yumdu gözlerini. Ambulans çağrıldı, ilk müdahalesini yaptı acil servisten gelen genç doktor. O arada gözü açılır gibi oldu, beni karşısında görünce “Fatih, neler oldu, neler oldu duydun mu?” dedi.

Tekerlekli sandalyeye oturtup emniyet kemerini bağladı görevli sağlık personeli. Bu son konuşmamız oldu dayımla… O günden sonra toparlanamadı, direnemedi yaşama, direnebilse belki de depremi yazacaktı, “Neler oldu neler oldu” dediklerini dökecekti altıncı kitabına. Elli yedi gün önce yüreğine bir alev topu gibi düşen evlat acısı, 5 Mart Avukatlar Gününde yaşamdan kopardı doksan üç yaşındaki dayımı. Cenazesinde hıçkırıklara boğulan Fatma Abla, yetmiş yıllık hayat arkadaşı Tosun Paşa’sını Kilyos Mezarlığına uğurluyordu kalabalık bir topluluk eşliğinde.

*Bu yazı, saygıdeğer ağabeyim, büyüğüm, merhum Av.Mustafa Alp, doğum günü 8 Nisan (yarın) olan sevgili Güllü Tunçer, can dostum Ekrem Tunçer ve annesi Zeynep Abla’nın ruhlarına ithaf olunur. Ruhları şad, mekanları cennet olsun.

Fatih DULKADİROĞLU (07.04.2023 Ankara)

Yorumlar
Adınız
Yorumunuz onaylanmak üzere yöneticiye iletilmiştir.×
Dikkat! Suç teşkil edecek, yasadışı, tehditkar, rahatsız edici, hakaret ve küfür içeren, aşağılayıcı, küçük düşürücü, kaba, müstehcen, ahlaka aykırı, kişilik haklarına zarar verici ya da benzeri niteliklerde içeriklerden doğan her türlü mali, hukuki, cezai, idari sorumluluk içeriği gönderen Üye/Üyeler’e aittir.
Avatar
Fatih Dulkadiroğlu 2023-05-06 17:13:59

Çok sevdiğim ve değer verdiğim üç insan için yazmış olduğum bu yazının sayfanızda yayımlanmış olmasına çok sevindim. Teşekkürler

banner43