ALTIN
 2.468,19
DOLAR
 32,4306
STERLİN
40,3674
EURO
 34,5013

Eskiden Malatya’nın çarşılarında, sokaklarında dolaşarak bir şeyler satmaya çalışan birçok satıcı vardı. Bunların bir bölüğü mevsimlere göre ortaya çıkar, bir bölüğü de her mevsimde mahalle aralarında, çarşı pazarda ekmeklerini çıkarmaya uğraşırlardı. Ellili yıllar köyden kente göç yıllarıydı; dolayısıyla bu satıcıların birçoğu köylerden kente yolunu düşürmüş gizli işsizlerdi. Her mevsim bir şeyler satarak, kuyruğu dik tutmaya çabalar; bir zaman sonra da yaptığı işle ilgili bir dükkân sahibi olmayı hedeflerlerdi. Altmışlı yılların başlarında bunların bir bölümü Almanya’nın yolunu tuttu; bir bölümü gerçekten yeni iş hanlarında dükkân açıp esnaf sırasına geçtiler… Almanya’dan cebindeki marklarla dönenler apartmanlar yaptırdılar… Bir şerbetçi vardı mesela; Çırmıktı’nın bir köyünden… Yaz ayları boyunca durmadan dinlenmeden, “Buz gibi şeker şerbet!” sloganıyla – “it ayağı yemişçesine” – çarşılarda dört döner, bardağı on kuruştan şerbet satardı. Bir gün çekip Almanya’ya gitti; birkaç yıl ortalıkta görünmedi doğal olarak… Altmışlı yılların sonlarında onu gördüğümde    – ki, pek değişmemişti – Belediye’nin karşısındaki büyük bir marketin sahibi ya da ortağıydı.

Kimileri Malatya’nın geleneksel satıcılarıydı; kimileri döneme göre bir şeyler satıp kendine iş yaratan insanlardı. Mesela el arabasında kaset satarak gezenler, yetmişli yılların bir ürünüydü ve sanıyorum şimdilerde pabuçları dama atılmış durumda!

Malatya’da benim anımsadığım en eski gezgin satıcılarından biri, âmâ kınacı’ydı; omzundaki halı heybesinde kına, hamam kesesi bulunur, bunları satarak gelip geçerdi evimizin önünden… Zaman zaman at, ya da eşek sırtında geçerdi, zaman zaman da yaya olarak… Yaya geçtiği zamanlarda yanında küçük oğlu ona kılavuzluk ederdi. Bariton sesiyle ve belli bir makamla hep aynı sözleri yinelerdi: “Medine kınası ha! Hamam kesesi ha!” Uzun sakallı, cüppeli, takkeli bir adamcağızdı. Kınasına da, ipekli hamam keselerine de her an alıcı çıkmazdı; çünkü bunlar sıkça alınan şeyler değildi. Ama gereksinim duyulduğunda, malının kalitesine güvenilerek satın alındığını anımsıyorum. (Celal Yalvaç hatırlattı: Aynı kişi, bir camekân içinde iğne iplik de satıyordu ve adına Hâfız diyorlardı.)

En eski, en sık geçen satıcılardan biri höllükçüydü. Bunlar baba oğuldu ve çocuğu olan her ev onların müşterisiydi. Ayrıca kil de satardı höllükçü. Bir manga eşekle geçerlerdi sokağımızdan. Eşeklerin sırtlarında torbalar ve heybeler dolusunca höllük olurdu. Onların da tek sloganı vardı: “Öllük ha, öllük!” (Anadilimizde “h” harfi bulunmadığı için, eski Malatyalılar, “höllük” sözcüğünü, “öllük” diye telaffuz ederlerdi doğal olarak.)

Bir zaman sonra baba höllükçü ya yaşlandı, ya da öldü ki, yalnızca oğlu satar oldu.

Höllük,  şehrin dışında, Sancaktar Mezarlığı’nın ötesinde bir yerlerden, yanı başından büyük bir derenin aktığı tepeden çıkarılırdı. (Çocukluğumda bir kez hayal meyal gördüğümü anımsıyorum. At arabasıyla oradan geçip bir yerlere giderken.) Kil oluşumlu bir tepecik. Höllükçü, haftada bir iki gün gidip oradan kazıyor, ufalıyor elekten geçiriyor, sonra getirip satıyordu. Yanılmıyorsam höllüğün de irili ufaklı türleri vardı.  Kundak çocukları için ince türden höllük kullanılırdı.

Höllük neye yarardı? Şimdilerde eczanelerden, marketlerden alınan çocuk bezinin yerine kullanılırdı… Höllükçüden eli kuruşluk, bir liralık, en fazla iki buçuk liralık alınırdı. Bu miktarlar, belli kaplarla ölçülürdü. Bir haftalık, on günlük, iki haftalık… Höllük hemen kullanılmaz, önce bir sacda karıştıra karıştıra ısıtılır, nemi alınır, sonra soğutulur öyle kullanılırdı. Kundak bebeklerinin altına bağlanırdı ki, altı kirlenmesin. Höllük ıslanırsa çocuk ağlamaya başlar, anlaşılırdı ki altını değiştirmek gerek… Kirlenen höllük atılır, çocuğun altı silinir ya da yıkanır, kurulanır, yeniden höllük bağlanır… Böyle, altına höllük bağlanarak sayısız kuşaklar yetişmiştir Malatya’da.

Höllüğün kullanıldığı bir alan da, evlerin perdahlanmasıydı. Kerpiç evlerin iç duvarları kireçle badana yapılır, avluya bakan dış yüzleriyle, tabanları da perdahlanırdı. Odalarının tabanına tahta döşeme yaptıramayan yoksul hanelerde zemin, perdahla oturulur hale sokulurdu. Perdahın ana malzemesi höllük, yani kildi. Suda kolayca erir, bu eriyik bir bez parçasıyla sıvanırdı. Eyvanlar, sekiler, kilerler, bazen de oturma ve yatak odalarının tabanı perdahlanır, üzerine hasır, onun da üzerine halı ya da kilim konulurdu. Tabii bunlardan kurtulmak için tabanın ahşapla kaplanması daha yaygındı; çünkü kavak ağacı boldu Malatya’da.

Perdahın bir yararı da, tabandaki karınca deliklerini, böcek yuvalarını kapatmasıydı. Şimdilerde olsa olsa, bazı köy evlerinde hâlâ kullanılıyordur perdah.

Altmışlı yıllar boyunca da sokaklardan höllükçü geçerdi… Sonrasında ortadan kalktı. Bugünse anımsayan insan sayısı bile azaldı… Büyük kentlerde, apartman dairelerinde kedi kumu adıyla kullanılan şey, aslında höllükten başkası değil. Kediler üstüne tüneyip ihtiyacını görüyor…

Kil de önemli bir temizlik maddesiydi eskiden. Yalnızca Malatya’da mı? Hayır, sabunun bilinmediği zamanlarda, Osmanlı İstanbul’unda da yaygın olarak kullanılırdı kil. Edirne kili, ya da Halep kili en çok tercih edilendi. Özellikle saç baş temizliğinde… Kil sabundan ucuz olduğu için kullanılırdı Malatya’da ama, sabundan daha doğal bir temizlik malzemesi olduğu da kesin…  Hele bileşiminde deterjan bulunan şampuandan çok daha sağlıklı olduğundan kuşku yok. Bizim çocukluğumuzda, (ellili yıllar) sabun artık çok yaygındı ama, yaşlılar kili tercih ederdi hâlâ. Dediklerine göre saçı ipek gibi yumuşatırmış… Hamamda, başları kille sıvanmış halde bir süre durur, sonra yıkarlar, ardından şimşir tarakla tararlardı kadınlar saçlarını.

Kille yıkanan saçlarda kepeklenmenin olmadığını, yıllar sonra bir hekimden öğrenecektim. Aynı hekim, küllü suyla çamaşır yıkamanın deterjanla yıkamaktan daha sağlıklı olduğunu iddia ediyordu. (Son dönemlerde kanser vakaları neden bu kadar arttı diye merak edenlere duyurulur!)

Vahşi doğada yaşayan maymunların, ishale karşı kil yediklerini biliyor muydunuz? Bağırsaktan geçerken katılaşan kil, ishale yol açan zararlı bakterileri sıkıp  öldürüyor…

Malatya’da da, kil yiyen insanlara rastlardık bazen. Nasıl oluyor da hastalanmıyor diye şaşardık…

Malatya’nın değişmez satıcılarından biri de odunculardı. Bunlar genellikle dağ köylüleriydi sanırım. Eşeklerin, katırların sırtına yüklenmiş odunları bütün gün çarşıda dolaştırır, alıcı ararlardı. Sabahın köründe inerler şehre, Buğday Pazarı, Kasap Pazarı, Arabacılar Pazarı, Sebze Hali, Akpınar civarında, hayvanlarının yuları ellerinde, dolaşır dururlardı. Meşe odunu satanlar, malını paraya dönüştürmekte güçlük çekmez; çalı çırpı, dal budak yükleyip getirenlerse, alıcı bulmakta zorlanırlardı. Odun alıcıları en başta fırıncılardı; onlar özellikle közü olabilecek odunu tercih ederlerdi. Leblebi fırınları kokulu ardıç ağacını, yemek ve ekmek fırınları meşe ağacını… Öteki odunları, yıllık odun kömür alamayan yoksul kimseler sobada yakmak üzere alırdı ancak.

Zavallı katırlar, eşekler, cılız atlar, kimileyin sırtlarındaki yaralarla, odunlar satılınca dek yük altında oradan oraya sürüklenirdi. Odunlar satılınca, köylüler öncelikle paraya kıyıp, o, ipek gibi yumuşak ve dahi “mülezzez” çarşı ekmeğinden alır, bazen arasına helva da koydurur, karınlarını doyururlardı. Ardından berbere gidip saçlarını kırptırırlar, bir hana uğrayıp hayvanlarını nallatırlardı.

Eskiden olup da zamanla ortadan kalkan bir satıcı da karcı’ydı Malatya’da. Ne zaman ortadan kalktı? Buzdolabı kullanımı yaygınlaştıktan sonra. Yani altmışlı yıllarda… Kuşağımın çocukluğunda Malatya’nın içme suyu kışın ılık akar, yazın da soğurdu. Doğal olarak böyleydi bu. Bazı kimseler evlerinin önüne hayrat çeşmesi yaptırır, gece gündüz akardı o çeşmeler. Kış soğuklarında bu çeşmelerin çevresi buğu buğu tüterdi. Çünkü su toprağın derinliklerinden gelir, dışarıdaki soğuktan etkilenmez, ılıklığını korurdu. Kaynaktan dışarı çıktığında, ılık su buharlanırdı öyle. Yazın da aynı biçimde kendi derecesini koruduğu için, dışarının sıcağına göre soğuk kalırdı sular…

Ancak yaz aylarında öylesine sıcak yaşanırdı ki, musluklardan, çeşmelerden akan suyun soğuğu kesmezdi insanı… Temmuz, ağustos sıcağında sokaktan geçen karcı, adeta gökten inmiş gibi sevinçle karşılanırdı! Kış ayları boyunca içine gömüldüğümüz karla, yaz ortasında yeniden buluşmanın sevincini yaşardık! İnsanlar serinler, karcının cebi parayla dolardı ama, karın yükünü yine zavallı bir eşek çekerdi! İki yanına iki koca kar kümesi (tahtadan sandık içinde) yüklenmiş olarak, karın soğuğunu belki de ciğerlerinde duyarak sahibinin önü sıra yürümeye çalışırdı hayvancık… (İnsanlık tarihi boyunca sırtından geçindiğimiz hayvanların hakkını nasıl ödeyeceğiz, bilen var mı? Öbür dünya uzmanlarının bu soruya verebilecekleri bir yanıt bulunur mu acep? Bilemiyoruz.)

Karcı ekmek getirene ekmekle, para verene parayla satardı karını. Elindeki testereyle bir parça keser, uzatılan sahana ya da kâseye doldururdu. Beş kuruşluk, on kuruşluk, yirmi beş kuruşluk… Ne kadar isterseniz. Ölçü, karcının göz kararıydı yalnızca… Bu yaz sıcaklarında karcı nereden getirir diye merak eder, ya karcıya, ya da annemize sorardık; onlar da hep “Beydağı’ndan!” yanıtını verirlerdi.Zaten satarken de, “Beydağı’nın karı geldi!” diye bağırırdı karcı… Bazen de: “Vallah gökten yağmış bu kar!” diyerek mizah yapardı. Kuyuya ya da mağaraya doldurulan kar, orada katmerlenir yaza kadar kalırmış.

(Karcıyla ilgili bir gözlam de Cumali Ünaldı’dan: “Karcının adı Cekko idi. Porgalıydı. Kar satarken çocuklar arkasına düşer; ‘Cekko, karın güzel mi?’ diye kızdırırlardı. Çok kızardı bu söze!  Sonra bir gün öldüğünü işittik: Karlık’a arı naklederken kovanlar devrilmiş. Paniğe uğrayan arılar Cekko’yu sokmuş! Bu sokmalar yüzünden ölmüş!…”)

Sokak satıcılarından biri de, kırık leblebi’ciydi! Sırtlarında torbayla geçerlerdi ve eski giysiler, özellikle de eski ayakkabı (ğarik: Malatya dilinde, kullanılmaktan eskimiş ayakkabıya denilir; Türkçede böyle bir sözcük yok; Farsça ya da Ermenice bir sözcüğün Malatya ağzındaki biçimi olabilir. “Ğarik” atılmazdı, çünkü tavuk terbiyesinde işe yarardı;  bir eve dışarıdan bir tavuk getirildi mi, hayvan o eve alışıncaya dek ayağına bağlanırdı; böylece tavuk fazla uzağa gitmez, evini benimserdi. Kocasının dışarılarda zaman geçirdiğinden şikâyet eden hanımlara da, “ayağına ğarik bağla, bir daha gitmez!” diye takılırlardı.) karşılığında verirdi kırık leblebiyi. Küçük, ince belli çay bardaklarıyla ölçerdi satıcı kırık leblebiyi. Sakız leblebisinin kilosu iki, üç lira arasındaydı o zamanlar. Yüz gram leblebi almak için, neredeyse bir iki ekmek parası vermek gerekiyordu. İnsanımızın gözünde bir ekmek parası hiç de az para sayılmazdı. Bu nedenle her istediğinizde, büyükler elini cebine atıp da size eğlencelik almazlardı.  Onun yerine, kullanılmayan bir giysi ya da ayakkabı vermek daha uygun görünürdü sanki büyüklere.

Çocukluğumuzun sokak satıcılarından sülükçü’yü anmadan olmaz. Onunla ilgili bilgileri, “Eskiden Malatya’da Hastalıklar Nasıl Tedavi Edilirdi-I” başlıklı yazımızda bulabilirsiniz.

Bahar aylarında, nisan ve mayıs gibi, Malatya’da doğa tepeden tırnağa yenilenir, çiçeklenir, güzelleşirdi… (Ola ki şimdi de öyledir, bilemiyorum. Bilemediğim için de, anılarımdaki Malatya ile avunuyorum böyle garip, böyle yedi yabancı!) Kırlarda mor menekşeler, sütlü menekşeler, koyungözüler, papatyalar, yaban gülleri açar, erik ağaçları, kayısı ağaçları, şeftali ağaçları tepeden tırnağa çiçekle donanırdı. İşte bu aylarda,  yakın köylerin çocukları çarşıda menekşe satarlardı. Uzun sürmez, belki bir iki hafta, hepsi o kadar… Bazı çocuklar pahacı olur, yirmi beş kuruş isterlerdi demetine. Kimse alıcı olmaz, öğlene doğru burnu kırılır, yirmi kuruşa ya da on beş kuruşa kadar indirirdi fiyatı… O zamanlar vazo nerde? Ya bir su bardağının içine, yahut kalaylı su tasına yerleştirerek göz zevkimizi tatmin ederdik menekşeyle.

Yaz gelince yine köylü çocukları, kırlardan söktükleri çiğdemleri satmaya gelirlerdi şehre. Heybeler, torbalar dolusu, demet demet çiğdemler getirirlerdi. Çiğdem çiçeğinin toprak altındaki yumrusu. Taze ve sütlü olurdu. Her demette sekiz on tane. Her bir çiğdemi soyuşunuzda, bitmesin istersiniz… Öylesine tadımlık bir şey. Demeti yirmi beş kuruştan az olmazdı. Bazı uyanık köylü çocukları elli kuruş isterlerdi de, para hesabı bilmeyen bu köylü çocuklarının istediği böyle bir para karşında ya öfkelenir, ya da gülüp geçerdi insanlar…

Yaz aylarında yine dağ köylülerinin getirdiği bir sebze vardı: Eşkın! Tadını anımsayanların, ağzı burulup sulanmaya başlar şimdi, biliyorum! Çocukluğumuzda bir de bilmece vardı eşkınla ilgili: “Dağdan gelir taştan gelir, başı püsküllü eniştem gelir…” Nerde, hangi koşullarda yetişir, nasıl derilir? Görmüşlüğüm yok. Çünkü Malatya’nın içinde tarımı yapılan bir bitki değildi bu. Bilmecede de söylendiği gibi dağlarda yetişen bir bitki olmalıydı ki, katırlarla kente gelen köylüler satardı. Kiloyla alınırdı. Kilosu elli kuruş, yetmiş beş kuruş… Yemeği de yapılırdı, etli. Ama herkes çiğ yemeye bayılırdı: Uzun şeritler halinde kabuğu soyulur, sulu, etli eşkın tuzlanır, kütür kütür yenilirdi. Ağızda ekşi, hafif acımsı bir tat bırakır. Tuz, onun ekşiliğini alırdı.

Yaz sonlarına doğru köylü çocuklarının sattığı bir şey daha vardı: Bostangüzeli… Bostangüzeli bostanlarda kendiliğinden yetişirdi. Kavun, karpuz tarlalarında… Bir tür kavundu, ama içi yenmez. Yalnızca kokar. Ama nasıl bir kokmak! Dağ taş hoş kokulara bulanır. Elinize alır, tıpkı gül ya da karanfil gibi, her saniye burnunuza götürürsünüz. Keskin, hoş, eskilerin deyimiyle latif, üste başa sinen bir kavun kokusu… Odaya koyarsınız oda kokuyla dolar. Dolaba koyarsınız dolap kokar… Yusyuvarlak, kahverengi sarı çizgili, minicik bir kavun. Elmadan daha küçük. Elde taşınırsa, bir gün dayanmaz, yumuşar, kokusunu yitirir. Serin bir köşeye koyarsanız üç gün buram buram kokar. Mevsimi de, kavun karpuz mevsimidir. Adı üstünde, bostangüzeli. Türkiye’nin başka yerlerinde var mıdır? Yoksa Malatya toprağında yetişen bir bitki mi? Bilemiyorum. Bitkibilimindeki adı nedir, o da belli değil.

Kadim zamanların bir satıcısı da, kenger sakızcıydı. Bunlar da yaz mevsiminde ortaya çıkarlardı. Kırlarda, yabanı olarak yetişen kenger otunun büyüme mevsiminde…  Kengeri bıçakla kanatır,  süt damlaları toprağa düşer, orada kururmuş… Öyle anlatırdı büyüklerimiz, öyle kalmış aklımda. Diyeceğim, böylesine doğal yollarla elde edilen bir sakızdı kenger. Plastiği andıran çiklet henüz bütün bakkallarda, marketlerde, attarlarda tezgâhları doldurmuyorken, insanlar bu doğal sakızı çiğniyordu! Kırmızı toprak üzerinde kuruyup  bükülmüş kenger sütü, ya uzun ipliklere geçirilir öyle satılırdı ya da suyla dolu kavanozların içinde… Kenger sakızcı, kâh çarşı pazarda, kâh sokaklarda dolaşırdı. En çok da çocuklar, genç kızlar alıcı olurdu. Ama “kendini bilen” kızlar bizzat sokağa çıkıp satıcıyla muhatap olmazlar da, yine annelerine ya da erkek kardeşlerine aldırtırlardı… Önce bir temiz yıkanır, üzerinin tozu, kiri temizlenirdi. Yine de, çiğnerken o toprak kokusunu damağınızda duyumsardınız. Kaç paraydı kenger sakızı? Tanesi yüz para, ya beş kuruş… Yirmi beş kuruşluk aldığınız zaman, o gün bütün aile sakız çiğneme zevkini tadardı!

Şimdilerde hâlâ kenger sakızcıya rastlanıyordur belki Malatya’da… Ama zavallı kengerin, rengârenk çeşitleriyle, cicili bicili ambalajlarda satılan, şekerli, kokulu, ağızda meyve tadı bırakan çikletle rekabet etme şansı artık yok! Çiklet, başlı başına bir sanayi kolu artık. Trilyonluk bütçeli reklam kampanyalarıyla, bütün kanallarda birden pompalanıyor topluma… Bu toprağın ürünü, köylü işi kenger sakızını kim arar, kim sorar!

Sokak satıcılarının çoğunun hedef kitlesi çocuklardır. Bizim zamanımızda da böyleydi bu. Davin, yemişen, alıç, simit, dondurma, şamtatlı, tavuksütü, (İstanbul’da beze deniliyor ve en lüks pastanelerde bile hâlâ yapılıp satılıyor.) pandispanya, bici, kurabiye, ramazanlarda yağlı çörek, bonbon şekeri, tespih şekeri, kınalı halka şekeri, küncülü şeker, haşlanmış nohut, lahmacun… Hedef kitlesi çocuklar olunca, satış alanları da okul önleriydi elbet. Yeni Cami’nin yan kapısına bakan Fırat İlkokulu’nun önü paydos saatinde mahşer yerine dönerdi, satıcı çığırtıları, çocuk cıvıltıları yüzünden…

Bunlardan tavuksütü, kurabiye (üzeri dövülmüş fıstıkla bezeli), pandispanya, yaz aylarında satılırdı. Yetmişli yıllara gelindiğindeyse, yapanlar da satanlar da kalmadı.

Yorumlar
Adınız
Yorumunuz onaylanmak üzere yöneticiye iletilmiştir.×
Dikkat! Suç teşkil edecek, yasadışı, tehditkar, rahatsız edici, hakaret ve küfür içeren, aşağılayıcı, küçük düşürücü, kaba, müstehcen, ahlaka aykırı, kişilik haklarına zarar verici ya da benzeri niteliklerde içeriklerden doğan her türlü mali, hukuki, cezai, idari sorumluluk içeriği gönderen Üye/Üyeler’e aittir.