Türkiye, vahim bir “cezaevi yetersizliği” tablosuyla karşı karşıya…
Cezaevleri %137 doluluk kapasitesiyle çalışıyor; yani mevcut kapasiteden %37 daha fazla mahkum var.
Toplam 297 bin kapasiteli 396 cezaevinde kalan kişi sayısı, yaklaşık 405 bine ulaşarak Cumhuriyet tarihinin en yüksek seviyesine çıktı. Bu sayı, aralarında San Marino, İzlanda ve Andorra’nın da yer aldığı 24 ülkenin nüfusunu geride bıraktı. Yani 113 bin kişiye aslında cezaevinde yer yok. Bu sebeple bazı cezaevi koğuşlarında mahkumların adeta “istiflenmişçesine” yattıkları belirtiliyor.
“Cezaevlerine kapasitelerinin üzerinde mahkum yerleştirilmesi,” esasen ülkelerin güvenlik ve adalet sistemlerinde köklü yapısal sorunların varlığına işaret eden bir olgu ve başlıbaşına bir “azgelişmişlik göstergesi…”Yüksek cezaevi doluluk oranları, tek başına bir fiziksel kapasite yetersizliği değil; OECD kriterleri çerçevesinde “hukukun üstünlüğü”, “kurumsal kalite” ve “yönetişim endeksleri” gibi kriterlerle birlikte düşünülmesi gereken, sosyal politika ve önleyici sistemlerdeki yetersizliği ve ceza adaletindeki tıkanıklıkları ortaya koyan patolojik bir durum.
Bu bağlamda cezaevleri mevcut kapasitelerine göre; İskandinav ülkelerinde %75-80, Batı Avrupa’da %85-90, ABD’de %100-110, Türkiye’de %135-140, Latin Amerika ülkelerinde %150 ve Afrika ülkelerinde %150-160 oranında mahkum barındırmakta…Bu çerçevede bakıldığında, Avrupa’da nüfusuna göre en fazla tutuklu ve hükümlü sayısı ve yoğunluğunun Türkiye’de olduğu görülüyor. AB normlarına göre cezaevleri doluluk oranının %95’in üzerine çıkması, “alarm verici” ve önlem alınması gereken bir işaret olarak kabul ediliyor.
Meclise sunulma aşamasındaki “10’uncu yargı paketi” taslağında, cezaevi nüfusunun azaltılmasını sağlamak üzere, mahkumların cezalarını olabildiğince cezaevinin dışında çekmelerini sağlayacak yeni infaz düzenlemelerinin yer aldığı ifade ediliyor. Bu konuda, öncelikle mevcutta 3 yıl olan ceza sınırının 5 yıla çıkarılması öngörülüyor. Ayrıca bu kapsamda bazı suçlar için düşünülen “konutta infaz,” “geceleyin infaz” ve “hafta sonu infaz” uygulamalarının amacı, mahkumun daha çok dışarıda kalması yoluyla ceza süresini tamamlamasını sağlamak. Sonuçta işlediği suç nedeniyle hapse mahkum olan kişiye, cezaevinde yer olmadığı gerekçesiyle cezasının önemli bir bölümünü, fiilen hapiste yatmadan geçirme yolu açılmış oluyor.
Peki, bu uygulamalar, sistemin üzerindeki yükü hafifletme yönünde etkili bir sonuç getirebilir mi?
Konuya sağlıklı bir bakış açısı ve çözüm getirebilmek için, önce cezaevlerindeki mahkum sayısının sürdürülemeyecek derecede yüksek bir ivme ile artması sorununun “kök sebeplerine” inmek gerekiyor.
Cezaevlerinin aşırı kalabalık hale gelmesinde rol oynayan nedenlerin başında, hiç şüphesiz Türkiye’deki güvenlik ve adalet sisteminin “sürekli suçlu üreten yapısı” geliyor. Yani suç ekosisteminin “metabolik sendrom” benzeri “çoklu sistem yetmezliği” ile karşı karşıya bulunması..
Kapasiteyi aşan cezaevi doluluğu, ilk bakışta “aşırı sert ve cezalandırıcı” bir hukuk ve adalet sisteminin yansıması olarak görülebilir. Ama sorunun kökenine inildiğinde, aksine bunun önleyicilik ve caydırıcılıktan uzak; çarpık, tutarsız ve istikrarsız bir güvenlik ve adalet sisteminin sonucu olduğu görülür. Bu ironik durum, aslında “cezasızlık sonucu cezaevlerinin dolup taşması” paradoksudur.
Bu konuda, analitik çerçevede ve “sebep-sonuç ilişkileri” bağlamında şunları söyleyebiliriz:
-Caydırıcılığı olmayan bir güvenlik ve adalet mekanizması, suç ekosistemini ve bu ekosistemin “suç üretme döngüsünü” besler.
-Bazı suçlulara sembolik ve göstermelik cezalar verilmesi, öte yandan aslında ceza alması gerekenlerin dışarıda dolaşması; toplumda “cezasızlık,” dolayısıyla “adaletsizlik” algısını yaygınlaştırır. Bu durum sistemin meşruiyetini yok eder ve suçun “bir bedeli olmadığı”na dair kollektif bir inanç oluşturur. Bu da suça yönelişi ve tekrar eden suçları arttırır.
-Suçluların hakettikleri cezayı almadıklarını gören mağdurlar ve yargı sisteminden beklediklerini bulamayanlar, “ihkak-hak” (kendi adaletini kendi sağlama) bağlamında; şiddet kullanma, linç eylemleri gibi yıkıcı reflekslere yönelme, mafyaya ve tahsilat çetelerine başvurma gibi bireysel ve hukuk dışı hak arama yollarına başvururlar. Bu da yeni suçlar doğurur ve cezaevlerini rekor sayıda mahkumun biriktiği alanlar haline getirir.
-Yargılama süreçlerinin hızlı, etkili ve sonuç alıcı şekilde işlememesi ve sürüncemede kalan dava dosyaları; insanların yıllarca hüküm giymeden “içeride tutulmalarına” ve cezaevlerinin birer “bekleme odasına”dönüşmesine yol açar.
-Cezalandırma gücü zayıf devlet, “tedbir amaçlı” olması gereken gözaltı işlemini, “cezalandırma ve yıldırma amaçlı kullanmak” gibi göstermelik uygulamalara yönelir. Bu kapsamda yapılan keyfi tutuklamalar, hapishaneleri cezalandırma değil, “itibar onarımı veya gözdağı verme” alanlarına dönüştürürken, mahkum yoğunluğunu da arttırır.
Sorunlu bir ilişki veya girişimin suça dönüşmesinden başlayarak adaletin gereğinin tam olarak yerine getirilmesine kadar giden süreçte; güvenlik, yargılama, cezalandırma ve infaz aşamaları, “entegre bir model” olarak çalışır.
Söz konusu modelin bileşenleri, yani birbirini izleyen basamakları;
-Önleyici (proaktif) güvenlik,
-Etkili ve hızlı yargılama,
-Adil, suçla orantılı ve caydırıcı cezalandırma,
-Tutarlı ve istikrarlı infaz süreçlerinden oluşur
Bu ardışık ilişki sisteminin ilk aşamasında, “suçun işlenmeden önce polisçe müdahale edilerek önlenmesi” fonksiyonu yer alır. Suç önlenemediği takdirde suçluların hemen yakalanarak adalete teslim edilmesi, yargılamanın en kısa sürede en etkili ve doğru şekilde gerçekleştirilmesi, suçluya suçun ağırlığıyla orantılı ve kamu vicdanını tatmin edecek şiddette bir ceza verilmesi gerekir. Daha sonra da cezanın infaz hükümlerince sulandırılmadan uygulanması, yani mahkumiyet süresi dolmadan eften püften sebeplerle ceza süresinin kısaltılarak anlamsız hale getirilmemesi gerekir.
Bu işlevlerin gereğince, aksatılmadan, etkili ve caydırıcı bir şekilde yerine getirilmesi halinde, entegre ilişki zincirinin bütününde sağlanan yerindelik ve yüksek performans; işleyiş sürecinin her aşamasında bir “süzgeç” ve “eleme” işlevi görür. Bu da daha az suç işlenmesi, daha az sayıda mahkumiyet kararı verilmesi ve cezaevlerinde kapasite aşımına meydan verilmemesi sonucunu sağlar.
Cezaevlerinde yoğunluğu azaltmaya yönelik, esnekleştirici, kolaylaştırıcı ve infaz süresini kısaltıcı önlemler, kısa vadede çözüm gibi görünse de; orta ve uzun vadede sorunu büyütme ve kalabalıklığı daha da arttırma yönünde sonuç verecektir. Bu, suçun “yeniden üretilmesi” yoluyla suç ekosisteminin beslenmesine; “tahliye-yeniden suç işlenmesi-yeniden yığılma” kısır döngüsünün doğmasına yol açar.
Özetle, cezaevlerinin doluluğu, yeterli yapısal fiziki kapasite bulunmamasının değil; güvenlik ve adalet mekanizmasının yetersiz kapasite ile çalışmasının sonucudur. Gerçek anlamda etkili bir güvenlik ve adalet sistemi, cezaevlerini doldurarak değil; önleyerek, caydırarak, adil yargılayarak ve doğru infaz ederek işler.
Ulvi Saran-Karar